Enis Batur’un Göl Yazı’sı bir oturuşta okunabilecek bir metin. Metni bir kereliğine, başından sonuna okuyacak okurun gözüyle, Enis Batur her zamanki misyonunu sürdürüyor bu kitapta: Gözümüzün önünde olduğu, belki defalarca içinden, yakınından geçmemize rağmen farkında olmadığımız mekanları, bu mekanlarda yaşamış, iz bırakmış kişileri, bu kişilerin katkılarını, karşılaşmalarını önümüze getiriyor. İlişkilerin izini sürüyor, bulduklarını bizimle paylaşıyor. Bu sefer odakta Bursa, Apolyont Gölü, buradaki Gölyazı örneğini takip ederek göldeki/göllerdeki adalar ve yarımadalar, tüm çağrışımlarıyla “yeşil” var.
Bu yazıyı okuyanların çoğunluğunun kitabı henüz okumamış olduğu düşüncesiyle, kitapta Enis Batur’un hangi kartları yavaş yavaş açtığını, kitabın iskeletini kuran hatlarda hangi özel isimler ve temalar üzerinde durduğunu özellikle anmıyorum; kartların sırayla açılışını görmek, birbirleriyle iç bağlantılarını kurmak da kitabın meramının en önemli yönlerinden biri. Bunları burada anlatmak kitaba da, yazara da haksızlık olur; bu sıralamayla ve temalarla okurun kendisinin karşılaşması, çapraz, sarmal ilişkiler üzerine düşünmesi, kitapta merkezi yer tutan (ve bu kitaba özgü) kişilerin ve mekanların, Enis Batur’un diğer yapıtlarına damgasını vurmuş temalara (Halil Şerif Paşa, Tanpınar, Hadrianus, tarih boyunca birbirini tekrarlayan yüzler ve davranışlar, örgü, simya) teğet geçmelerini okurun görmesi gerekiyor.
Kitabı, gerçekten, baştan sona okuyup Bursa hakkında bazı şeyleri öğrenmiş, bazı şeyleri ilk defa düşünmüş, kitabın ekinde bahsedilen konuların resimlerini gözünüzle de görmüş olarak kapatabilir ve ikinci kez okumayabilirsiniz (bu senaryoda da, en azından “kimmiş bu Osmanlı paşası?” ve “bu mise(r) porselenleri neymiş?” diyerek bir de kendinizin araştırmanızı beklerim yine de). Oysa metnin başlığında, iki ayrı alt başlığında ve arka kapak yazısında okuru kışkırtan, metne daha dikkatli bakmasını işaret eden birşeyler var: Göl/yazı, çapraz ilişkiler kafesi, katır metin, anti-roman. Kafes, dikey ve yatay örgüleriyle bir yapıdır, birşeyleri çerçevelemek, korumak, hapsetmek için kullanılabilir; katır deyince aklımıza eski zamanların iş hayvanı, inat, sebat, cefakarlık yanında melezlik, “mulatto”luk da gelebilir. Demek ki elimizde Bursa, yeşil ve Apolyont Gölü üzerine bir denemeden daha fazlası var...
Dikey, çapraz, sarmal, yılankavi bağlantılar
Kitabın metni, kısa metinlerden oluşan 10 bölüme ayrılmış; biri hariç her bir bölümün numaralandırılmış on parçası var. Eksik olan sekizinci bölüm, “Kharon,” 6 parçadan oluşuyor. Böylece kitabın kafesinin aslında 10 x 10’luk bir dörtgen üzerinde kurulduğunu, dörtgenin bir satırında 4 parçanın eksik olduğunu görüyoruz – benim gibiler bunu görünce hemen Yaşam Kullanma Kılavuzu’nun bir parçası eksik 10 x 10’luk karesini hatırlıyor tabii. Kitabın bu eksik noktası, “ölüm”ü “doğum”a bağlıyor.
10 bölüm birbirine yatay bir süreklilikle bağlanıyor: Birinin bittiği yerde sözü diğeri alıyor. Bu akış içinde iç kafiyeler var: Kitabın tam ortasında, 5. bölümü bitirdiğimizde 5:10’un 1:10’la kafiye yaptığını (ve bu kafiye nedeniyle o noktaya kadar okuduğumuz herşeye başka bir bakış açısıyla bakmamız gerektiğini), kitabı bitirdiğinde de 10:10’un 1:10’la tekrar kafiye yaptığını görüyoruz.
10 bölüm birbirleriyle çapraz ilişkiler kuruyor: Konular dönüp daha önce anılan kişilerle iç içe geçiyor, çağrışımlar, bağlantılar, yansımalar, rastlantılar kitap boyunca 10 x 10’luk karede dikey, çapraz, sarmal, yılankavi bağlantılar kuruyor. Kitabın iki yarısına damgasını vuran özel adların hangi karelerde anıldıklarını bir tabloda not eden bir okur, karşısında bir madrigal, bir oda müziği partisyonunda seslerin susması, konuşması, diğer seslerle karışması, tekrar ortaya çıkmasına benzer bir yapı görecektir. Bu yapıya dikkat ettikten sonra, belki de kitabın asıl temasının şu olduğunu düşünebiliriz: kişilerin, rastlantıların, “hayaletsiz tek karış olmayan yeryüzünde” dolaşan hayaletlerin, tüm bunların kolektif zihinde ya da tek bir kişinin zihninde açtığı çağrışımların, ayna içinde aynaların yarattığı “kuralsız labirent”, “iki ucun, Kurmaca ve her ne demekse Hakikat” arasında salınan yazı yaşamı.
Bunu benim söylemem artık haber değeri taşımıyor olabilir ama yine söyleyeceğim, bu masum görünüşlü kitap, zengin kurgusuyla, teknik yönleri ve yenilikleriyle çağdaş yazının özel yapıtlarından biri; sessizlikten gelip sessizliğe dönen bir parantezin içine mücevher gibi işlenmiş müthiş bir çokseslilik örneği.
Hollandacada sevdiğim bir kelime var: “monnikenwerk.” Türkçeye bire bir aktarınca biraz mizahi bir taraf da alıyor: "keşiş-işi", "keşişlik iş"; “keşişleme”yi de hatırlatıyor. Hollandalılar bu kelimeyi çok sabır ve tekrar gerektiren işler için kullanıyorlar – kimi zaman eski sanat eserlerinden bahsederken olumlu bir tonlamayla, ama iş âleminde Türkçede “pösteki saymak” diye anacağımız işler için de. Zamanımızda da kimi keşişler hâlâ kaligrafiyle, tezyinle, ikon boyamakla uğraşsalar da, günümüzde monnikenwerk’in ruhunu yaşatanlar, belki de, pek az kişinin sahiden okuduğu, takdir ettiği bu yapıları kuran yazarlar, sanatçılar, müzisyenler olabilir.
Görsel: Böcklin, Ölüler Adası, 1880
Yeni yorum gönder