Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Felsefe

Felsefe

Karatani’nin transkritiği



Toplam oy: 643
Kojin Karatani
Metis Yayınları

Karatani’nin transkritiği, temel olarak farklılıklar arasında kalan bir yaklaşım olarak görülebilir. Kant, transendental tamalgı ile transendental bir konumdan hareket ederken, Marx değer biçimi ile yine transendental bir konumdan hareket edecektir. Karatani’yi ilgilendiren ve ona göre onları eleştirel kılan bu özellikleridir ve transkritik, bu eylemin bir devam ettiricisi olarak okunabilir. Bu açıdan bakıldığında eleştiri, çeşitli konumların eleştirisi üzerinden hareket ederek kendine başka bir yer açar. Bu yer tözsel değildir, zira eleştirdiği konumların üzerine yükselerek onları geride bırakır. Belki de o konumlara bir ek olarak düşünülebilir, ama onları daha farklı bir perspektiften görerek anlaşılır da kılar. Bu eleştiri, her şeyden önce, ahlaki bir perspektife de sahiptir. Transkritik, ya da Kant-Marx üzerinden ilerleyen bu düşünce, aynı zamanda ahlaki bir konum almadır da. Bu tür bir yaklaşım, kendisini bir parti yaklaşımı üzerine kuran klasik yapıyı anlamsız ve tehlikeli görür. Tabii, bunu belirtmeden önce söylenmesi gereken şey, buradaki ahlaki ve ekonomik türde yapıların, Kant felsefesinde görü ile kavramsal yapıyı ifade ettiğidir. “Anlama yetisi hiçbir şey sezemez, ve duyular hiçbir şey düşünemezler. Ancak birleşmelerinden bilgi doğabilir.” Bu durumda, Marx’ın Kant ile birlikte okunmasından elde edilen şey, komünizmin ancak bu tür bir etik konumdan yola çıkarak düşünülebileceğidir. Mümkün bir komünizm, öyleyse, ekonomik temelli olmayan, ama etiğe ve ekonomiye özgü alanların sentezinde kurulabilen bir şey olacaktır.

Karatani’nin transkritiği, genel olarak etik bir yaklaşım, başkalarının sadece araç olarak görülmediği bir komünizm düşüncesi olarak görülebilir ki, bunun kökeni Kant ahlakıdır. Bunun dışında transkritik, transendental bir eleştiri olarak görülebilir. Konumlar arasında sabit bir üçüncü konum değildir. “Yanal (transversal) ve konum değiştirmeye dayalı (transpositional) bir hareket olmadan var olmaz.” Bu ise, Kant’ın rasyonalizm ile empirisizm arasındaki salınışıyla, Marx’ın, özellikle Kapital’de belirginleşen, hâkim konumlar arasında bir konum bile olmayan yerleşme hareketi ya da yer edinme hareketi olacaktır. Ancak bu, tözsel ya da daha önce de ifade edildiği gibi üçüncü bir konum değildir, zira eleştiriyle açılır ve o şekilde kendini var eder. Transkritiğin mekânı, açıkçası, buradadır denebilir: Konumlar arası çatlaklar ve konumların değerlendirilmesi ile transendental bir yerden eleştirilmesi. Dönüşümler ve yolculuklar bu durumda önemli bir yer tutar. Açıkçası, Karatani için felsefe ve düşünme ancak konum bile olamayan, ama konumlar arası olmakla ona göre daha tözsel olan çatlaklar üzerinden hareket eder. Ekin, eki olduğu şeye göre daha birincil olduğu yapısökümde olduğu gibi, belki de.

Karatani’nin Eski Yunan üzerinden bakışı bu açıdan aydınlatıcı olabilir: Düşünmek her zaman farklılıklar üzerinden, belirli bir topluluğun sınırı dışında mümkün olur bir bakıma. Homojen bir ortamın monotonluğuna karşı, eleştirellik sağlayabilecek bir başkasının imkânı gereklidir. Peki, Karatani’ye göre nasıl yorumlanabilir bu? “Bu felsefeciler, tek taraflı bir kurallar dizisi etrafında toplanmış bir topluluğun mekânında değil, intermundial ilişkinin var olduğu heterojen bir mekân olarak dünyada düşünmüşlerdi.” Varlığı düşünmek, tek taraflı kurallar üzerinden düşünmek değildir. Farklı sistemler, farklı dil oyunları söz konusudur. Heidegger’in, varlığın unutuluşu olarak tarihin anlamı üzerine sözleri ancak farklılık toposunun unutuluşu olarak görülmeli. Karatani’ye göre, Sokrates ve Platon, bu farklılıkların aufhebungunu gerçekleştirmişlerdir. Karatani’ye göre, düşünmek için heterojen bir mekânın varlığı söz konusudur. Kant felsefesinin kamusallık ve evrenselliği düşünme şekli, Karatani için bu açıdan önemli görülür. Kamusal olanı Kant, “bir kimsenin aklını bir irfan insanı olarak bütün okur kitlesine hitap ediyormuş gibi kullanmasını kastediyorum” diyerek belirtir. Bu, açıkçası, kamuyu bir topluluk içerisinde belirleyen düşüncenin kendisinden farklıdır; zira kozmopolit bir bakış açısı vardır burada ve Kant bu kavramı da kullanır. Kamusal düşünme, hayali bir dünya sivil- toplumuna dayanır ki; bu “hayali” ve “kamusal düşünen” başkaları, hem şimdiki zamanda hem de gelecek zamanda bulunabilir. Bu hayali yapı, ait olunan topluluğun içinde olmak gibi bir şeyi ifade etmez: “Dünya-sivil-toplumu ile ilişkili olarak aklı kullanmak, mevcut herhangi bir kamusal mutabakat pahasına bile olsa gelecekteki başkasını dikkate almayı gerekli kılar.” Kısacası, hayali bir dünya-sivil-toplumunu düşünmek, evrensel olarak düşünebilen ve ulusal (ya da herhangi) bir topluluğa bağlı olarak düşünmeyen insanların kümesini düşünmek ya da düşlemektir. Kamusal olmak, Kantçı anlamda bir başkası üzerinden düşünülür bu durumda. Evrensellik talebi olan başkalarının olması hayalidir bu.

Bu tür bir yaklaşım bizi evrensellik konusuna götürür. Beğeni yargısının evrenselliği talep etmesi ancak başkası üzerinden düşünülebilir; diğer bir deyişle, başkalarının da böyle bir yargıda bulunmasını talep ederek evrensel hale gelebilir bir beğeni yargısı. Dolayısıyla, başkasını varsaymak zorundadır. Peki, bu tür bir konumsallık ya da kamusal olma isteği hangi kavramsal ilişkiler bağlamında düşünülebilir? Karatani, bu bağlamda genellik-evrensellik ayrımı yaptığı gibi, tekillik-tikellik ayrımını da devreye sokar. Deleuze’ün belirttiği gibi: “Tikel olanın genelliği olarak genellik, demek ki tekil olanın evrenselliği olarak tekrarın karşısında durur.”  Deleuze zor bir soru sorar, Fark ve Tekrar başlıklı kitabında: Farkla tekrar nasıl birlikte düşünülebilir? Zaten farkı olmayan bir tekrar olabilir mi? Tekil olan bu durumda evrensel olabilir ancak; çünkü evrensellik, ulus ya da başka bir dolayıma ihtiyaç duymadan, ona bağlanmadan tekilin kendi aklını kullanma cüreti olarak ortaya çıkar. Kamusal olmak ya da aynı şekilde evrensel olmak, bir mutabakatı bozma pahasına bile olsa vardır... Bu açıdan bakınca, dolaysızlık ilişkisi söz konusu olur; belirli bir köprü yoktur kurulabilecek. Kant, bu bağlamda, ulus-devlet mantığına izin vermeyecek bir yerde duruyor diyebiliriz, Karatani’ye göre. Deleuze, tekilliği kendi farklılaşmaları üzerinden nasıl görüyorsa; Karatani de, tekili, Kantçı kamusallığa, hayali bile olsa “bir hiç olarak işlevsel” dünya-sivil-toplumuna bağlamaktadır. Bu çatlak olmasa, yani ulusallığın dolayımı olarak tikellik devreye girse, evrensellik kendini oluşturamaz; aksi bir durum, kozmopolit olmanın imkânsızlığı olurdu ancak. Tekil, kısacası, kendi başına kapsanamaz olarak düşünülmelidir ya da Badiou’nun dediği gibi, tekile bir yüklem yüklenemez. Karatani’ye göre, Marx’ın toplumsal sıfatını kullanış şekli de benzer bir biçimde düşünülebilir: “‘Toplumsal’ terimini [Marx], işbölümündeki karşılılıklara dayalı mübadeleden ve topluluk içinde armağan alıp vermeden hayli farklı olan topluluklar arası mübadeleye hasretmiştir”. Karatani’nin bu bağlamda Marx’tan yaptığı alıntı şu şekildedir: Öyleyse insanların kendi ürünlerini değer olarak birbirleriyle ilişki içine sokmalarının nedeni bu nesneleri yalnızca homojen insan emeğinin maddi kabukları olarak görmeleri değildir. Bunun tam tersi doğrudur: Mübadele içinde farklı ürünleri değerler olarak birbirine eşitleyerek, kendilerinin farklı türden emeklerini de insan emeği olarak eşitlemiş olurlar. Bunu farkında olmadan yaparlar. Sonuçta, meta kendisini bir sıçrayışta, satılma anında gösterir. Satılamayan bir şey ne kadar yararlı olursa olsun, yani kullanım değeri ne kadar belirli ve açık olursa olsun, meta olamaz. Piyasanın evrenselliğine bir sıçrayış ancak onları meta yapar ki, bu da kendisini bir sonsuzluk içinde ifade edebilmesini, yani değeri olmasını sağlar. Piyasa, kendi halinde bir şeyin dışarıya açıldığı ya da sıçrayabilme potansiyelinin edimsel hale geldiği bir sonsuzluktur denebilir. Kısacası, Karatani’ye bakarsak, Marxçı bir bakış açısı ancak bir satılma gerçekleştiğinde, metanın meta haline gerçekten geldiği yerde vuku bulabilir. Bu durumda piyasa, değer biçiminin evrenselliğinin yeri olarak metaı gerçekleştiren yerdir. Toplumsallık meselesine gelince; toplumsalın, sivil toplum kavramından farklı olduğunu söylemek mümkündür. Sonuçta sivil toplum olarak adlandırdığımız şey, meta ekonomisi ile birleşmiş bir topluluk türüdür. Pazar, ya da uluslararası Pazar üzerinden evrenselleşen kapitalizm, topluluklar arası bir varoluşu, toplumsallaşmayı sağlar. Kısacası, kapitalizmin ulus-devlet temelli değil, toplumsallık temelli düşünülmesi gerekir, Karatani’ye göre. Transkritik, bu betimleme çabasından bakıldığında evrensellik, toplumsallık ve tekillik üzerinden bir eleştiridir. Bunun ontolojik temeli ise başkalık sorunu üzerinden gerçekleşir. Başkasının imkânı olmadığı sürece düşünmek imkânsızdır. Bunun dışında, Karatani’ye göre transkritik, temel olarak etik bir tavır olarak görülmelidir. Başkalık ve onun gerçekliği, kişiyi bunu düşünmeye sevk etmektedir. Bu önemli nokta, Karatani’nin, Marksizmler karşısında bir Marx düşüncesini ortaya koyma çabasıyla daha belirgin bir hale gelir.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Felsefe Yazıları

“Ve bugüne kadar istisnasız bütün devletlerin... nihai amacı olan ebedi barış, kötü savaşları bitirmemizi ve kendisine ulaşmak için en uygun görünen (belki de bütün devletlerin tek tek ve tümden cumhuriyetleşmesini sağlayan) bir anayasa kurmamızı talep eder.

“Girit’e kaçmak, Girit’te yaşamak, Atina’da ölmenin alternatifiydi. Fakat Sokrates Atina’da ölmeyi seçti. Sokrates, Girit’e felsefeyi sokmak uğruna yaşamını korumaktan ziyade, Atina’da felsefeyi korumak uğruna yaşamını feda etmeyi tercih eder. Eğer Atina’da felsefenin geleceğine ilişkin tehlike o kadar büyük olmasaydı, Sokrates, belki de Girit’e kaçmayı seçerdi.

“Sanat eleştirisi öğretmekle geçirdiğim uzun yıllar beni şuna ikna etti ki, bir imgeyi değerlendirmenin en iyi yollarından biri onu gözlemlemek ve üzerine düşünüp konuşmaktır. Sanat eleştirisi bunu gerektirir ve bu kitabın derdi de bu.

“Fotoğraf felsefesinin amacı, insan ve aygıt arasındaki mücadeleyi fotoğraf alanında ortaya çıkararak, sözkonusu karşılığa olası bir çözüm aramaktır”

“... nesnelerin beni (özgür bir varlığı) nasıl etkilediği asla anlaşılır şey değildir. Ben yalnızca nesnelerin nesneleri nasıl etkilediğini kavrarım. Ama ben özgür olduğuma göre (ve ben, kendimi nesnelerin bağıntısı üzerine çıkarıp, bu bağıntının kendisinin nasıl olanaklı olmuş olduğunu sormak suretiyle olanım), ben asla hiçbir şey, hiçbir nesne değilim.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.