Sıra dışı bir BARIŞ romanı...
Kendisi toprağa gömülmüş de, sırtı, boynu ve ayağı açıkta kalmış, yürüyüş halinde bir dev hayvan heykelini andıran o kocaman görüntünün çocuk yüreğine salık verdiği endişeye benzer bir duygu yayılmaya başlamıştı Erivan’a. İki yanında da tıpkı kendine benzer, ikişer yavrulu ejder kayası... Bizi yutacak diye korktuğumuz taş parçası. Vaktiyle ifrit bir ejderha imiş; yanındakiler de onun yavruları derlerdi büyükler. Meğer eski zamanlarda o ejderler Harput’u yutmaya gelmişler de şehirde herkes korkmaya başlamıştı. Efsane buydu ya, ete kemiğe bürünmüş ejderhalar gerçekten yutabilir miydi Harput’u? Ya ejderhalar yıllar sonra yeniden ortaya çıkıp Karabağ’ın üstüne çöreklenebilir miydi?
Müjgan Tekin üçüncü romanında üç zamanlı bir öyküyü kaleme alıyor. İnsanlığın affına sığınarak, savaşın bitmesini istemeyenlere ithaf ediyor yazar, sıra dışı bakış açısıyla yazdığı romanını. Aynı coğrafyada yaşayan iki toplumun birbirine karşı işlemiş olduğu insanlık suçlarını güçlü karakterleri vasıtasıyla aktarıyor. Ağıt; İnsanların dilini, dinini, ulusunu seçme şansı olmadığını ve bir an kinle baktığı halkın üyesi olarak doğabileceğini düşündürüyor okuyucuya. “Ermenilerin bir kısmı, Çarlığın kışkırtmasına uyup silahlanıp çete kurmasalardı tehcir kanunu çıkmayacaktı. Onca Ermeni ölmeyecekti. Türkler zamanında Ermeni’leri Anadolu’dan koparmasaydı, Azeriler biz Türk’üz demeseydi, Hocalı olayları yaşanmayacaktı...” Hep bir kılıf vardı, İnsanlığın kaybedilmesi için. Ağıt üç toplumun, Türkler’in, Azeriler’in ve Ermeniler’in yüzleşmekten korktuğu soruları yüksek sesle soruyor.
Diplomatik kelimelerin ardında yaşanan, insana dair duygularla örülü kurgusuyla Ağıt, siyasi bir roman olmanın çok ötesine geçiyor. Neden-sonuç ilişkisi kurmadan birbirimizin yaşadığı acılara dokunmayı başarabilirsek bu coğrafyanın kazanacağına dair umutları içinde barındıran roman aynı zamanda sinemografik tekniklerle görsel bir şölende sunuyor okuyucuya.
1915 yılının başlarında, Harput’ta korku ve endişeli bir bekleyiş hâkimdi. Sirarpi üç yaşındaki kız kardeşi ile bir başına kalmıştı. Harput zindana dönmüştü. Sevdiği Bedir’den ise haber yoktur. Bu sırada Osmanlı Devleti, Ermenilerin sürgün edilmesi kararını alır. Erivan’da 1990 yılında, Sirarpi Nine ölüm döşeğinde, torunu Yetvart’a bir vasiyette bulunur. Yıllar evvel Harput’ta bıraktığı kız kardeşini bulmasını ister. Ve “ne olursa olsun Bedirle beni kavuştur” der. Yetvart bunun üstüne Sirarpi’nin mezarından aldığı toprağı saklar. Harput’a gidip büyükannesi Sirarpi ile Bedir’i kavuşturacaktır. 2005 yılında ise Sirarpi’nin kız kardeşi Hripsime, Ermeni ismi ile karşısına dikilen Azeri kızını görünce bir ağıt tutturur. Sanki dağ taş ağlamaktadır.
Romanda bu üç zaman, tüm insanlığın ortak dili ile birbirine bağlanıyor. Aşk ile… Doksan yaşındaki Sirarpi Nine’nin, torunu Yetvart’a “Ararat’ın ardı da memleket toprağı” demesiyle zaman hızla geriye doğru sürükleniyor. Eski bir sandıktan tüm zamanların en dokunaklı Ağıt’ı yükselmeye başlıyor. Bir yanda 1914’lerde Harput’ya yaşanan Ermeni Kızı Sirarpi ile Türk genci Bedir’in aşkı aralanırken, bir yanda 1990’larda Kafkaslar yeni bir savaşa sürükleniyor. Birbiri içine geçmiş zamanlar usta geçişlerle merak unsuru ön planda tutularak anlatılıyor. Türk bir ailenin yanında büyüyen Ermeni kızı ile , Ermeni bir ailenin yanında büyüyen Azeri kızın “barış” için bir araya gelme serüveninde kimi zaman ölümün soğukluğuyla sarsılıp, kimi zaman insan olmayı başarabilenlerin erdemiyle onurlandırılıyoruz. Ermeni Sirarpi, Türk Selma Anne, Azeri Ganire, Kürt Aşti gibi kadınlar dünyada çoğalırsa, savaşı isteyen silah baronlarının işlerinin zorlaşacağı muhakkak diyoruz. Birbirimize aşık olurken, birbirimizle aynı türküleri dinlerken nasıl oluyor da birbirimizden nefret ettiriliyoruz sorularının cevapları açık bir dille gözler önüne seriliyor. “Her toplumun tarihinde kan vardır” yaklaşımıyla yola çıkan yazar kanların dökülmesine ne sebep olmuş sorusunun peşinden gidiyor.Yazarla birlikte bu sorunun peşinden giden okuyucu Sirarpi’yle , Bedir’le, Yetvart’la, Ganire ile karşılaşıyor. Ve farklı zamanlarda yaşayan bu karakterlerin yaşadıkları acıların ortak bir acı olduğunu görüyor. Bir anda durup, yazarla birlikte kendine şu soruyu soruyor Ağıt’ı okuyan: “Ya karşı tarafta doğsaydım? Romanın sırrı da burada saklı. Her okuyucunun vicdanı, bu sırrı farklı yollardan keşfedecektir. Ama sonunda bulacakları şey sanırız “barış” olacaktır.
