Tanrının tartışmasız egemenliğinin sorgulanmaya başlanması ve onun yeryüzü üzerindeki iktidarının sona erişi batının tarihinde devrimsel bir dönüşüme denk düşer.
Dinin insan yaşamı üzerindeki yönlendirici etkisi ve her türlü baskısı böylece ortadan kalkmış olur.
"İnsan" artık çok uzun bir aradan sonra kendine dönebilecektir;
nihayet kendi içinde özgürce, baskısız kendini keşfedebilecektir.
Daha önce kim olduğunu, ne olduğunu anlamaya kendini tanımaya ihtiyacı yoktu. Çünkü ikisinin de tanımı dışarıdan yapılmıştı.
Tanrı ve din tarafından yapılmıştı.
Açık bir şekilde öte tarafa gitmenin sınavının yapıldığı bir mekandan ibaretti yeryüzü.
Bu durumda insanın kim olduğunu düşünme gereği yoktu ve bu zaten yasaktı. Kendini tanımlayamayan insanın kaçınılmaz olarak kendine ait amacı yoktu. Ondan istenen salt itaat idi.
Dinsel baskının sona ermesi ile insanın özgürleşmesinin ilk ve en temel kapısı açılmış demekti.
Kendini tanımlayabilen, bu durumda özgürleşebilen insanın, kendine ait bir amacı da olabilecekti artık.
Bu amaç özgürlükle örülen bir mutluluk arayışı olmuştu.
Özgürlük ve mutluluk arayışı bu dünyaya ait varoluşun olmazsa olmazları idi artık.
Öte yandan dinselin egemen olduğu dönemde, var olamayan birey gibi toplumun da özerk bir konumunun olması mümkün değildi.
Özerk bir toplum, dinsel cemaatin olduğu yerde var olamazdı ve onun da doğal olarak, aynen birey gibi, kendine ait bir amacı olamazdı.
Toplumun özerkliği söz konusu olmayınca siyasal bir toplumdan bahsetmek de mümkün değildi.
İşte dinselin aşıldığı anda insan özerkleşmesi, toplumsal özerkleşme ile aynı anda ve aynı şartlardan doğdu.
Fakat ikisinin özerkleşmesi bu kez günümüze kadar yoğunluğunu artarak hissettirecek bir gerilimin de çekirdeğini oluşturdu; birey toplumsal olanı karşıtı olarak da algılayabilirken, toplumsal olan da bireyi düşmanı gibi görebildi.
Başka bir anlatımla dinsel kategorinin belirleyiciliğinin ortadan kakması özerklik peşindeki birey ve toplumun günümüze kadar sürecek olan çelişkisini doğurmuş oldu.
* * *
Ekonomi politik işte bu çelişkilerin kavşağında anlamını ve yerini bulur. Önerdiği çözüm ise bu temel çelişkiyi önce içerip sonra aşmasında somutlaşacaktır.
Bireyin varlığının ve özerkliğinin ancak toplumun içinde somutlaşıp, anlam kazanacağı hipotezinden hareket eder.Bunun da ancak özerkleşen bireyin kendi egosunun içinde çürümekten onun içine hapsolmaktan kurtulması ile mümkün olacağını ileri sürer.
Ekonomi politik bu kurgusu ile alternatif bir toplumsal yapılanmaya denk düşer.
Diğer bir anlatımla ekonomi politik felsefesi bireyin özgün varlığından hareket eder fakat özerkliğinin ancak toplumsallık içinde yerini bulabileceğini ileri sürer.
Piyasa olgusu bu açıdan bakıldığında ancak “öteki”nin var olduğu “öteki” ile birlikte var olmanın koşullarının yaratıldığı bir buluşma yeri olarak algılanır.
Piyasa böylece salt iktisadi bir kurgu, bir mal mübadelesi mekanı olmaktan çok “öteki”ne ulaşmak için egosunu dizginlemek zorunda olan insanın “öteki” ile bir buluşma yeri olarak düşünülebilir.
Toplum da bu “gönüllü buluşmanın” sonucudur.
Bu durumda klasik ve özgün ekonomi politik felsefesinin bireyi salt iktisadi dürtü ile davranan olmaktan çıkar.
Bu analiz, bu tarihsel perspektif bize bugünün krizini anlamanın ipuçlarını da vermektedir:
Bugünün krizi her şeyden önce ve en genel anlamda egosunun doruğunda olan ve “öteki”nden ayrı ve yalnız yaşamak isteyen insanın krizidir.
Kriz, özgürlüğünü sınırsız yaşamak isteyen insanın sınırsız ve saldırganca davranışında “öteki”ni inkar eden, görmezden gelen eyleminde saklıdır.
Piyasayı “ego”nun sınırsız saldırganlığının ve tatmininin mekanı olarak algılayan öngörüsüzlüğün eseridir kriz.
Buradan bakarak “özgün” ekonomi politik felsefesi krizden çıkışın - kimi iktisadi denklemlerin de ötesindeki - ipuçlarını veriyor olmasın.
