1. İstasyon kahvesinde vakit orta-şekerli
    kahvesini içerken bile
    sürer insanın yalnızlığı …
2. Çınarların yaşları gölgelerinden büyük
    Birbirine karışmış mayıs serçelerinin sesleri
    ne erkeği belli ne de dişisi
    öyle içkenler ki sevişmelerinde 
    İlk gençlik günlerim sanki
    seviye boğulmuş bahar teni tüyleri …
           
3. Göçmen kızı Vechinur’ un beyazlığı 
    bir ömür boyu  
    açıp saçıyorum tüm bohçasını
    karnı kalça kabası sıcaklığı     
    öpüleri … çıtırtılı kuş yemleri      
    ve hiçbir şarkıya sığmayan özlemi
    üstüme yıkılmış bir dağ şimdi … 
4. Kimsenin umurunda değil 
    gözlerimin ardındaki kavga                          
    eski güneşleri ayıklarcasına
    başlıyorum günlerimi ayıklamaya                             
    sularını bırakıyor ıslak bir gölge … 
5. Hüzün verici tren sesleri                     
    nedense hep ayrılıkları anımsatıyor 
    ölümlü dirimli bir sürü insan 
    kimi suskun birer sustalı 
    kimi öbür-dünyalı …
6. Gönlüme yer arıyorum masada 
    susam kırıntıları arasında
    ilk öptüğüm kadını
    ne yüzü aklımda
    ne de adı …  
                                                      
                        
7. Kırmızı mıydı Havva’nın elması
                                             sarı mı 
    seninki daha dünkü elma
    şimdilik dursun dalında  
    çiçek açmasını bekleme
    kurşunların değdiği yerde                          
    beni sevilemeye kalkma yeniden
    durup dururken iş açma başıma 
    ya eski sevgenliğim debreşirse …
 Mahmut Temizyürek
  Mahmut Temizyürek
								 
								Sabahattin Yalkın (1934). “Bir giz bu benim su yaşım suların akağında/İlk nerede karıştı kanıma son nerede” diyor bir şiirinde Sabahattin Yalkın. Ömrünü suların bilgisine adamış biri söylüyorsa bu dizeleri (su mühendisidir Yalkın), biraz daha durmalı. Aklımızdan, aklımızın sınırlarından nerede kuşkuya düşmüşsek orada başlar kendilik serüvenimiz. Örneğin suların bir aklı olduğunu düşünmek, tutunduğumuz, önemsediğimiz bütün akıl yollarını altsüst edebilir. “Sular bizden akıllıdır, memnun olur/ sadece ağaçlardan” deyip çıkmıştı Dağlarca. Suyun aklının bir ruhu olmalı demişti Gaston Bachelard, bu önermeyi suyun bütün hallerine bakan bir gözle yanıtlamaya çalıştı, filozof çılgınlığıyla.Yalkın bu soruyla başladı şiire, ilk gençlik çağında. Asi ırmağının kıyısında doğmuş biri için olağan bir soruydu belki ama yanıtını yalnızca mühendislik bilgisiyle değil, şiir bilgisiyle aradı, suyunda iki kez yıkanılmayan bu akıcı ruhun devinimleri için şiirin dilini öğrendi kendi dili içinde. Kimbilir hangi derinlikten süzülüp yeryüzüne çıkan gözeden sıçrayan damlaları düşündü. İzini sürdü bugünde, tarihte, Akdeniz’de, aşkta, daha çok aşta. Asi Irmağı’nda, Habibneccar Dağı’nın berrak sularında, dirimin aşktan güç alarak esridiği tende... Irmakların üzerine düşen koyu sis, bir hâle gibi sarıp kuşattı Yalkın’ı; sonsuza uzanmış bir arayışla şiir ile akarsuyun yoldaşlığına bağlandı. Sözü eksilterek, yinelemelerden sakınarak, ama tıpkı ırmaklar gibi bir nakarat bulduğunda onu bir şarkı gibi mırıldanarak gezindi durdu su boylarında. İnsanlığın çocukluk çağı diye sevdiğimiz Antik Çağ’ın şairlerine benziyordu, bu modern şair; güneşin, toprağın, havanın ve suyun hesaba dönüşemeyen sihrinin peşindeydi. Daha çok Anadolu’da, Güney’de, Filistin’de ve kuşkusuz en çok da İstanbul’da gezindi. Yalkın, sayısı 10’u bulan şiir kitaplarında, aklın bağışladığı birikime saygı duysa da, o bilginin değil, suyun öğrettiği bilgeliğin peşinde oldu. Bu tür bilgelikte tersine akma bilinci ve yeteneğini de buldu, her bir anının biricik, tekil, asla genelleşemeyecek olan hakkını vererek, “Bostancı”da olduğu gibi.
 
							
















 
					





Yeni yorum gönder