Evet, edebiyatsız edebiyatçılardan söz etmeye devam ediyoruz. Bu tanıma giren edebiyatçıların bir özelliği de Türk edebiyatını bilmemeleridir. Çünkü okumazlar. Ama çevrelerinde oluşan “okuma baskısı”na göğüs gerebilmek için ellerinden ve dillerinden de kitapları eksik etmezler. Fakat, Elif Şafak Hanım örneğine de bir nebze yakışması olasılığını dikkate alarak, Türkçenin sütdişlerinden bir dörtlük hatırlatalım burada: İlim ilim bilmektir/ İlim kendin bilmektir/ Sen kendini bilmezsen/ Ya nice okumaktır… Yine de, Türkçe nedir, bu Türkçe denen nesneyle edebiyat nasıl yapılır, diye düşünmemişlerdir. Hâl böyle olunca, Tebrizli Şems’i lise çocukları gibi konuşturmaları da doğaldır. Ama oraya gelmeden önce Aşk adlı muhteşem romanı biraz daha okuyalım.
OSMANLI HANIMEFENDİSİNİN UTANCI
Kahramanımız Ella, daha önce de belirttiğimiz gibi New Yorklu bir modern kadındır. Amerika’dan çıkmamıştır. Ama içindeki Eski İstanbullu zaman zaman ortaya çıkıp durmakta, ona gaipten haberler vermektedir. Kızının, erkek arkadaşıyla öyle aile büyüklerine falan haber vermeden evlenme kararı alması karşısında afallamıştır. Evdeki büyük tartışmadan sonra da yüreğinin kabarması, içine daral gelmesi hali yatışmak bilmemiş, Ella kızının erkek arkadaşını aramıştır. Ve ona, “aşk geçicidir evladım, daha yaşınız küçük ne olacağı belli mi olur,” yolunda nasihatte bulunmuştur. Fakat oğlan atılgan ve zehir gibi biridir: “Yani şimdi siz bana, faraza bir gün başka birine aşık olabilirim diye bugün deli gibi sevdiğim insanı terk etmemi mi salık veriyorsunuz?” demiştir Ella’ya. Ella bombok olmuştur tabii.
Neyse, bu fiyasko çabuk duyulur, çünkü ilişkide açıklıktan yana olan müstakbel damat bu konuşmayı hemen sevgilisine uçurur. Bir süre sonra Ella’nın kocası telefondadır: “Kulaklarıma inanamıyorum Ella. Kızınla evlenmesin diye Scott’ı aramışsın…”
Bununla kalmaz, kız evi bir süreliğine terk eder, küçük ikizler, “anne gerçekten böyle bir şey yaptın mı,” diye hayretlerini dile getirirler. Osmanlı hanımefendisi Ella yerin dibine batmıştır… Tabii ki bu rezil durumdan bir çıkış yolu da vardır: A. Z. Zahara adlı muhteşem, Doğulu kalem erbabının Aşk Şeriatı adlı dosyası. Ella, Zahara’ya sığınmaya karar verir ve ona bir mail yazar. Ne de olsa bu herif aşktan ve duygulardan anlamaktadır, onu da anlayacaktır mutlaka. E-mailinde kızıyla olan gerginliği anlatır. Zahara’dan cevap gecikmez: İnsan sevdiklerinin iyiliğini istediği için onlara müdahale etmeden duramıyor ama bunun bir faydasını da görmüyor aslında. Kendi adıma ben, ancak başkalarına müdahale etmeyi bırakıp, “tevekkül” ettiğim zaman rahat ettim, biliyor musun? Nerden bilsin be adam? Kadın Eski İstanbullu ama zamanla hatırlayacak bazı şeyleri. Mesela “tevekkül” işini belki hayal meyal hatırlar ama insaf New York’ta koca bir hayat yaşamış, dur bakalım. Kaldı ki, tevekkül, daha kişisel bir olay. Kızını uyarma, ikaz etme, bu konuda Allah’a sığın… Bu nasıl bir tevekküldür? Nedendir? Fakat burada Ella’nın da, Elif Şafak Hanım’ın da kusuru yok. İşin aslı, A. Z. Zahara İslam’ı bilmiyor. Bunu birkaç örnekle göreceğiz zaten.
"KIRK YAŞINA VARMADAN MUHAKKAK YAPMAM GEREKEN ON ŞEY"
Neyse efendim, Ella kimlik bunalımı içerisinde işinin başına döner, kızla yaşadığı tartışma tatlıya bağlanır: “Mamiiişşş…” Ve bu arada ne de olsa serde Amerikalılık da var (adamlar geniş kardeşim, kültür farklı) bizim bu Ella kökenlerine dönmeye karar verir ve Zahara’yla yakınlaşır, yazışmalar sıklaşır. Adam Guetamala’dan yazdığı e-maillerle tasavvuf ayağına bizim editör asistanının asistanını tavlamıştır bile. Fakat bu konu bizi ilgilendirmez. Aşk işlerinde ne olacağı belli mi olur?
Ella’nın tatsız tuzsuz, saçma sapan aile hayatı, günlük işleri (mesela “kırk yaşına varmadan muhakkak yapmam gereken on şey” listesi hazırlamış kendine bu Ella, bu “on şey”i okuyunca kadına acıyorsunuz; doğrusu iyi bir ruhsal çözümleme olanağı yaratmış yazarımız. İşte iki “şey”: Kırışıklıklara savaş aç. Ve Rumi’nin kitaplarını al, her gün en az iki şiirini oku! Amerika ve Konya aynı potada. Neden olmasın canım efendim!) evet bu kadının günlük hezeyanlarını bırakmak zorundayız. Kendi bilir. Elif Şafak burada son derece başarılı bir portre çizmiştir. Bu, iç sıkıntısına çözüm arayan bireyin portresidir. Fevkalade evrensel bir sorundur. Çağımızın bireyinin sorunudur. Batı-Doğu sorunudur. Çözümün sentezde aranması gerektiğinin iyi bir örneğidir.
ŞEHİR MERKEZİ
Biz, editör asistanının asistanı Ella’ya A. Z. Zahara’nın roman dosyası konusunda elimizden geldiğince yardımcı olmaya çalışalım. Önce kısa bir giriş:
Şems, iç sesini dinleyerek Allah’ı aramaya çıkmıştır. İç ses ona Bağdat’a gitmesini öğütler. O da Bağdat’a gider ve Baba Zaman tekkesini bulur. Burada bir zaman kalır, Baba Zaman’ı tasavvuf bilgisi ve zekâsıyla kendine hayran bırakır. Derken bir gün “pek de uzak olmayan” Konya şehrinden bir ulak gelir. Ulak yoğun kış şartlarında biraz yorulmuştur ama olsun. Baba Zaman’a bir mektup verir. Mektup, babanın çok eski bir dostundandır. Dostu, illerinde bulunan çok saygın bir kişiyi, Rumi’yi tanıttıktan sonra (cümle alemin Konya’ya aktığı bir devirde Baba Zaman’ın bu kişiyi duymamış olması manidardır) kendisinden bir yardım ister: Rumi’ye bir yoldaş gerekmektedir. Kendisi böyle birini tanıyorsa Konya’ya gönderebilir mi acaba? Tesadüfe bakın. Fakat Baba Zaman hâlâ uyanmamış, dostunun tastamam Şems’i tarif ettiğini anlamamıştır. Müritleri arasında bu işi açıklar. Gönüllüler parmak kaldırsın, der. Bir iki cılız parmak kalkar. Fakat bu parmaklar Şems’in kararlı parmağı karşısında hemen geri çekilir. Fakaaat… Tek gönüllü kalmış olsa da öyle kolay değildir; Baba Zaman sessizce çekip gider. Şems bu işe bir anlam verememiştir. Baba, hele bir bahar gelsin diyerek gönüllüyü oyalar. Bahar gelir. Oylama tekrar yapılır. Şems’in parmağı yine tek kalır. Ama durun bakalım, Baba daha önce hele bir bahar gelsin demiştir ama işte şimdi de, hele bir yaz gelsin demektedir. Oysa Rumi, yoldaşının yolunu gözlemektedir, nice zamandır…
Neyse, sonunda “sabır” kuralı yerine gelir. Şems Baba Zaman sayesinde sabrı öğrendi ya, çıkar yola… Konya’ya varınca şehre girmeden bir köylüden yardım ister, arabasına biner. Köylü Şems’i “şehir merkezinde atınca” gidip bir han odasını kiralar. Tesadüf, Rumi’nin de vaazı vardır o gün. Ama Şems vaaza gitmez. Nasıl olsa artık buradadır, önce bir şehri tanımak, insanların Rumi’yi nasıl gördüklerini yoklamak ister… Ve bir dilenciye rast gelir. Adını sorar, dilenci, “Benim adım olsa ne olur, olmasa ne olur?” der. Şems itiraz eder: “Her insanın bir ismi vardır. Allah’ın ise sayısız ismi var. Biz bunlardan ancak doksan dokuzunu biliyoruz…” der ve başka öğütler de verir.
DOKSAN DOKUZ = SONSUZ
Bence bu kadarı yeter. Nedir bu Zahara’nın yaptığı? Komedi mi? Köylü Şems’i arabadan atmış. Şems diyor ki (haşa, elbette Şems böyle demez, Zahara’nın yalanıdır) Allah’ın sayısız ismi var ama biz doksan dokuzunu biliyoruz ancak. Niye efendim? Niye yüz değil? Niye elli değil? Şems doksan dokuzun sonsuz demek olduğunu bilmiyor mu? Doksan dokuz, sonsuzdur; bu da Allah’a isim vermenin anlamsız olduğu anlamına gelir. Çünkü bütün sözcükler ona aittir. Rumi’ye yoldaş olacak gönüllü arıyor Zahara, oylama yapıyor. En hafif deyimle ayıptır. Zahara bu işleri bırakıp “tevekkül” etmelidir.
Bu haftayı da yine Aşk’tan bir alıntı ve bir beyit önerisiyle bitireceğim. Elif Şafak Hanım’ın güzel cümlesi şöyle: Böyle yapar adamı cüzâm illeti, ölmeden mezara sokar diri diri. Mantık hatasını boşverin, beyit şeklinde yazılınca Arapçanın şiirini nasıl veriyor bakın:
Böyle yapar adamı cüzâm illeti
Ölmeden mezara sokar diri diri

Yeni yorum gönder