Elif Şafak Hanım’ın Aşk adlı romanıyla daha fazla meşgul etmeyeceğim sizi sevgili okurlarım. Neden derseniz, zaten ülkemiz her anlamda iyice bölünmüş durumda; laikler, dinciler, Kürtler, Türkler, Simonlar, Simon olmayanlar, ne bileyim, bir sürü karışıklık... Şimdi burada bir de durup arkasında epey bir milli irade oluşmuş bir roman hakkında daha fazla kelam etmenin ne anlamı var, değil mi? Fakat olmuyor işte... Ben, edebiyatın ne olduğunu merak eden biriyim, bence okurlar kadar yazarların da artık edebiyatın ne olduğunu biraz merak etmeleri yararlı olacaktır. Elbette, ya hu edebiyat hiçbir şey değildir, o nedenle güzeldir, diyerek sıyrılabiliriz. Fakat bu da açıkçası işi biraz yokuşa sürmek olur. Herkes ortaya çıkıp söz söylüyorsa siz de söyleyeceksiniz; yoksa “edebiyat ülkesi” bildiğiniz gibi pek çabuk kurur, çölleşir.
Bizim vaktiyle çok saygıdeğer bir edebiyat öğretmenimiz vardı. Meltem Hanım. Yerel dergilerde öyküler yazar, bunları kendisi takip ettiği gibi bizi de okumaya, tartışmaya yönlendirirdi. Meltem Hanım, şiirleri, romanları okumakla kalmayın, dergi ve gazetelerde yayınlanan yazar söyleşilerini de okuyun, bu mülakatlardan çok şey öğrenirsiniz, derdi. O yıllarda bunun çok yararını da görmüştük. Ama o zaman bu iş hakkıyla yapılırdı: Melih Cevdetlerin, Memet Fuatların söyleşilerinden, günlük yazılarından edebiyat hakkında çok şeyler öğrenmiştik. Ben bu sayede bu işi alışkanlık edindiğimden söyleşilere şöyle bir göz atmayı hâlâ sürdürürüm. Eskisi gibi olmamakla birlikte bu işten yine de yararlanırım.
Elif Şafak Hanım’ın Aşk romanının sonunda kendisiyle yapılmış bir küçük söyleşi görünce bu benim dikkatimi celbetti. Hemen okudum. Böylece bu son Elif Şafak yazısında da malum söyleşi konusunda görüşlerimi paylaşayım dedim. Bildiğiniz üzere, bizim edebiyatçılarımızın bir kısmı bu tür söyleşilerde pek yüksekten uçarlar. Sorulan sorulara verdikleri cevaplarda sanırsınız ki konuşan bir yazar değil, ilahi bir varlıktır. Mübarek, sanki herkes birer James Joyce... Kendileri aslında öyle yazmak, yazar olmak derdinde değillerdir. İlahi bir kuvvet, “varoluşsal” bir zorunluluk nedeniyle mecburen yazmaktadırlar. İşte Elif Şafak Hanım’ın bu konuya örnek olabilecek sözleri:
Yazmaya çocuk yaşta başladım. Ama yazar olmaya heves ettiğim için değil. (...) Yazıyla bağım çok derin, varoluşsal. Yazma aşkı benim gözümde yazarlık kariyerinden daha önemli. Günün birinde yazdıklarımı yayımlamaktan vazgeçebilirim.
Efendim, burada inanın Elif Şafak Hanım’la özel olarak uğraşmak gibi bir maksadım yok. Fakat söyledikleri, gördüğünüz gibi konumuza çok uyuyor. Şimdi bu sözlerden ne anladığımıza bakalım: Elif Şafak dünyaya yazar olarak gelmiştir. Kendisi yazmaya neden ilgi duyduğunu (zor bir çocukluk geçirdiğini belirtiyor söyleşide) ve tam olarak bu "kariyere" ne zaman başladığını hatırlamıyor. Yazarlık onda "varoluşsal" bir mesele. Yani onun varlığının anlamı bu. Dünyaya gelmesinin nedeni bu. İşte herkeste olmayan bir şey, kimileri demek ki içinde yazmak zorunluluğuyla doğuyor. Dolayısıyla “yazı” yüce bir şeydir. Yazı yazmak, yazma sürecinin yüceliği ve zevki, ancak bu zevkle hayatta kalabileceklerin varlığına sunulmuş, verilmiş bir özelliktir. Elif Şafak Hanım buna “yazma aşkı” demekle yazma sevgisinin, yazma ayrıcalığının sofist kökenlerine de göndermede bulunmuş oluyor elbette.
Sayın eleştirmenimiz Asuman Kafaoğlu-Büke, Aşk kitabı için yazdığı son derece önemli bir yazıda, bakın söz konusu aşk kavramını nasıl inceliyor:
Aşk, bugünün yaşamında sadece iki insan arasındaki tutkulu ilişkiyi anlatmak için kullanılan bir sözcüğe indirgendi. Oysa ilk çağlarda aşkı farklı sözcüklerle ifade ederlerdi; tanrı aşkı, karı koca aşkı, cinsel tutku başka sözcüklerle anlatılırdı. Fakat bedenimizin tam orta yerinde bir sancı olarak hissettiğimiz aşk, aslında tek bir sözcükle anlatılabilir, aynı Rumi’nin yaptığı gibi.
Anladınız mı? Eleştirmenimiz, ilk çağlarda aşkın farklı sözcüklerle ifade edildiğini belirtiyor. Tanrı aşkı, karı koca aşkı, gibi. Gerçi “sözcükler” burada pek farklı gibi durmuyor, sözcüğün önüne tanımlayıcı sıfatlar geliyor ama olsun. Böylece bu tanımlar arasına “yazma aşkı”nı da pekâlâ dahil edebiliyoruz. Şimdi Elif Şafak Hanım’ın yazarlık kariyeri bir anda benzerlerinin arasından sıyrılıyor. O kariyerin yavaş yavaş “gökyüzüne çekildiğini” görebiliyoruz. “Bedenimizin tam orta yerindeki sancı” da herhalde mide sancılarımıza denk geliyor.
Anlattığım karakterleri yüreğimde hissediyorum. Tüm romanlarımda anlattığım karakterlerle aramda yatay bir bağ kuruyorum. Onlara tepeden bakmıyorum. Benim romanlarım çok odalı, çok katlı binalar gibi. (...) Aşk’ta anlattığım her karakteri severek yazdım.
Şimdi, Elif Şafak Hanım’ın söylediği bu sözlerden edebiyat hakkında, ya da en azından onun edebiyata bakışı hakkında ne öğrenebileceğimize bakalım. Yazarımız, anlattığı karakterleri yüreğinde hissediyormuş. Bu tutarlı görüş, az önce aktardığımız alıntıyla bağlantılı olarak okunmalıdır, sayın okurlar. İlahi “yazma aşkı”yla onurlandırılmış bir yazar, kahramanlarını midesinde değil, yüreğinde hisseder. Onlarla adeta tanışır, hakikat suyunu onlarla birlikte içer. Onlardan biri olur. Onlara asla tepeden bakmaz. İnsan komşusuna, arkadaşlarına nasıl tepeden bakmamalıysa karakterlerine de öyle davranmalıdır. Onlarla “yatay” bir ilişki kurmalıdır. Bildiğiniz gibi, on dokuzuncu yüzyıl ecnebileri “tanrı-yazar” diye bir şey yaratmışlardı. Bu herifler romanda anlattıkları herkese tepeden bakardı. Mesela Balzac... Bu kendini beğenmiş romancı, Modeste Mignon’u nasıl da aşağılamıştı, değil mi? Zavallı genç kızın odasına girmiş, en mahrem mektuplarını okumuş, iç dünyasında gezinerek okurlarına onun göstermedik yerini bırakmamıştı. Zira Dostoyevski de öyledir. Bıraksa, o derece ruhuna sokulmasa ve onu acınacak bir yaratık gibi takip etmese Raskolnikov’un başına onca şey gelir miydi? Evet, Dostoyevski de kahramanlarıyla “yatay” ilişki kurmayan, onlara tepeden bakan yazarlardandı. Hal böyleyken Aşk kitabını çok beğendiği anlaşılan Taha Akyol da yazısında pot kırıyor bence:
Elif Şafak okumak, hele de onun son romanı Aşk’ını okumak... İç dünyamda ufuklar açan birkaç romandan biri olduğunu söylemeliyim. Dostoyevski’yi okuduğumda da böyle hissetmiştim.
Olur mu? Hiç o Dostoyevski’yle Aşk yazarı aynı kefeye konur mu efendim? Biri yatay, biri dikey...

Doğrusu kaymadan, sövmeden iyi dayanmışsınız bu noktaya kadar. Ben bu kadar kibar yazamazdım.
Yeni yorum gönder