Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Amerika'nın günahları



Toplam oy: 505
Colson Whitehead // Çev.: Begüm Kovulmaz
Siren Yayınları
Yeraltı Demiryolu, Victor Hugo'nun Sefiller’i ve Toni Morrison’ın Sevilen’i gibi kitapların açtığı yolda ilerliyor.

Kölelik, ABD’de 1700 yılında yasallaştı ama bu tarihten kaldırıldığı 1865 yılına kadar ülkedeki her eyaletin köleliğe yaklaşımı farklı kaldı. Kuzeydekiler daha insani bir tablo çizerken, en beter zalimliklerin yaşandığı yer güneydeki eyaletlerdi. Hal böyleyken, kaçmaya yeltenen her kölenin amacı da bir şekilde Kuzey’e varmak oldu. Onlar bunu başarabilsinler diye gizlice örgütlenen, çoğunluğunu özgür siyahilerin meydana getirdiği gönüllüler, yakalandıkları takdirde asılacaklarını bile bile bu kaçaklar için güvenli bir koridor açmaya çalıştılar. Kaçacak cesareti toplayan köleler onların evlerinde dinlenecek ve saklanacaktı. Bu güvenli koridor “Yeraltı Demiryolu,” kapılarını kölelere açan bu evler ise “İstasyon” olarak anılıyordu.


Colson Whitehead, tarihi bir roman kaleme almayı seçseydi eğer, Yeraltı Demiryolu’nun çerçevesini muhtemelen bu anlattıklarım çizecekti. Fakat önce Obama’nın 2016 yazı için önerdiği kitapların arasına giren, ardından Oprah’ın Kitap Kulübü tarafından işaret edilen, 2017’de Pulitzer ve Arthur C. Clarke ödüllerini alarak daha da parlayan –ve elbette çok satan– bu roman, Victor Hugo'nun Sefiller’i ve Toni Morrison’ın Sevilen’i gibi kitapların açtığı yolda ilerlese de, bize tarihi aktarmakla yetinmiyor; şayet yaşansaydı şaşırmayacağımız, kimisi sürreal birçok olayı bünyesinde bir araya getirerek yazarının dehasını ortaya koyuyor. Yeraltı Demiryolu’nu gizemli seferleri, bekleme salonları, lokomotifleri ve yolcularıyla kurgulayarak bir metafor olmaktan çıkaran Whitehead, bunları ve romandaki diğer fantastik öğeleri öyle bir başarıyla, öyle gerçekçi anlatıyor ki, tarihle arası iyi olmayan bir okur, romanın bilimkurgu eserlere verilen Arthur C. Clarke Ödülü’nü almasına anlam veremeyebilir bile.

Distopik senaryo

 

Georgia’daki bir pamuk plantasyonundan kaçan Cora’yla birlikte eyalet eyalet gezerken, yazarın her eyalet için hayal ettiği farklı bir distopik senaryoyu okuyoruz. Bir eyalette Anne Frank’a bariz bir selam göndererek tavan arasında gizlenen Cora, bir diğer eyaletteki Doğa Harikaları Müzesi’nde kölelerin yaşam koşullarını insani göstermek üzere çarpıtılmış bir sahnede konu mankenliği yaparken çıkıyor karşımıza. Ve onun haberi yokken bile, biz okurlar, ünlü bir köle avcısının yaklaştığını biliyoruz. Cora’nın peşine, yıllar önce kızını yanına alma gereği duymadan aynı plantasyondan kaçan annesi Mabel’i yakalayamamanın hırsıyla düşüyor Avcı Ridgeway; ki annesi tarafından geride bırakılmak da Cora’nın içinde kanayan bir diğer yara...


“‘Yeraltı demiryolu, çalışanlarından daha büyüktür; senin gibi insanları da kapsar. Küçük kör hatlar, büyük ana hatlar. Son model lokomotiflerimiz, köhne marşandizlerimiz, aşağıdakine benzer drezinlerimiz var. Hatlar bildiğimiz veya bilmediğimiz her yere uzanır. Aşağıdaki tünel gibi bazılarının nereye gittiğini hiç kimse bilmez.’” Demiryolunu çoğu insandan daha iyi bilen Cora’nın öyküsü, Whitehead’in güçlü kalemine hayran kalmak için bir vesile…

 

 

 


 

 

 

 

Görsel: Muhammed Ali Üzen

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.