

Yeraltı edebiyatı hem içeriği hem de biçimiyle çok tartışılan bir tür olmuştur. Marquis De Sade, Bukowski, Beat kuşağı yazarları hep yerleşik değerleri savunan bir kültürün yeraltından aykırı sesler vermiştir eserlerinde. Özgür olması gerekirken sınır dışı edilmiş veya söyleyecek sözü varken susturulmaya çalışılmış zihniyetlerin sesi olmuş, madalyonun karanlık yüzünü yansıtmıştır yeraltından yazanlar.
Onlar, kültürü altüst eden bakış açılarını ya kendileri ortaya koymuş ya da tercüman olmuşlardır. Tabiri caizse şeytanın avukatlığına soyunmaktır yeraltını yazmak; dışlananların, kovulanların, tavan arasındakilerin, bodrumdakilerin, bu dünyaya aidiyetleri inkâr edilmeye çalışılanların bir dökümüdür yeraltı dediğimiz dünya.
Ne var ki tuzakları vardır bu dünyayı yazmanın. İstismar edebiyatına dönüşmek, sadece küfür üzerinden yazmak, yazıyla dışa vurulan öfkenin altında edebi anlamda ezilmek yeraltı yazarlarının bazen kaçınamadığı tuzaklar olmuşlardır. Kısacası aykırılığı yazmak sanıldığı kadar kolay değildir. Son romanı Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan Hüseyin Kıran’ın bugüne kadar verdiği eserlerle bir yeraltı yazarı kimliği oluşturduğunu söyleyebiliriz, ama tam da nasıl yazılması gerektiğini örnekleyen bir kalemdir onunkisi.
Hüseyin Kıran’ı, zamanında Metis’ten çıkan Madde Kara adlı kendisi küçük ama sözü büyük olan kitabıyla bir şair olarak tanıdık önce. Arkasından adı ve kapağıyla ilgi çeken ilk romanı Resul geldi. Resul, okunası bir metindi belli ki, ama bir şairin elinden çıkma romanlar bir yanlarıyla davetkâr oldukları gibi diğer yanlarıyla uzaklaştırabiliyorlardı okuru. O yüzden, şairliği baki olan Hüseyin Kıran’ı aynı zamanda bir roman yazarı olarak tanımak için önce ikinci romanı Gecedegiden’i, ardından da –yine sadece başlığıyla bile ilgi çeken– son romanı Benim Adım Meleklerin Hizasına Yazılıdır’ı beklemek zorunda kaldı okurlar.
“Beni dünyaya bağlayan şeylerle ilişkimi koparmalı, kendi saf evrenimin içinde yaşamaya başlamalıyım,” diyerek açılış perdesini hızla kaldıran ve aykırı temellerini daha ilk cümlesinden sağlam bir şekilde atan bu roman, Hüseyin Kıran’ı daha önce okumuş olanları şaşırtmayacak, karanlık bir eser. “Dil uzatan” dersek yetersiz bir yeraltı edebiyatı vurgusu yapmış oluruz, hâlbuki içerik olarak yerin altını konu etmesine rağmen, biçim, dil, üslup ve kurgu seviyesini düşünürsek yerin oldukça üzerinde bir eser bu. “Eleştirel” dersek de, artık “eleştirel” olmayan roman kalmadığı için her gün karşılaşabileceğimiz bir romandan bahsediyoruz sanılabilir. O yüzden gelin başka şeyler diyelim bu romanı nitelemek için. Hesap soran diyelim; meydan okuyan diyelim; söyleyecek sözü olan ve bu sözü hep hatırda kalacak bir roman diyelim…
Benim Adım Meleklerin Hizasına Yazılıdır, bir meczup hikâyesi olduğu kadar, bir peygamber hikâyesi aynı zamanda. Bir delilik hikâyesi olduğu kadar bir akıl hikâyesi… Rahatsız edici olmasına rağmen tebessüm ederek, hatta bazen kahkaha atarak okuduğumuz bir metin olduğu gibi, içinizi karartan, tadınızı kaçıran, sertliği ve karanlığıyla iz bırakan bir eser.
(Görsel çalışma: Elise Buddle)
Kahramanımızın adını andığımızda, kendimizi hemen Ben Ruhi Bey Nasılım’ın şairi Edip Cansever’de bulacağız, çünkü kendini Haliç’in sularına bıraktığı intihar teşebbüsünün ardından bir akıl hastanesinin duvarları arasında yeni bir din inşa etmeye başlayan bu çılgın filozof kahramanın adı, “Ruhi Bey”. Cansever’in ünlü dizeleri “Gördün mü hiç suyun yansımasını tuzda/Gördüm ben bu yaşam boyu iniltiyi”, Kıran’ın romanının başlarındaki suyla hesaplaşma bölümünde “su üstüne” çıkıyor. Ölmek için kendini teslim ettiği ama onu öldürmeyen suyu lanetliyor Kıran: “Amansızca soğuk ve tadı rezildi. Tuzluydu namussuz ki bu da kokmak istemediğini akla getiriyordu. Demek içten içe çürük olduğunu biliyordu. Yanlış şeye güvenmiştim… Öylece serilmiş yatan, tabiatı aşağılara akmak olan ve uygun bir yatak bulunca içine dolup serilip yatmaktan başka bir yeteneği bulunmayan bir madde formuna nasıl da güvenmiştim.”
Akıl hastanesinde Ruhi Bey olarak uyanıyor kahramanımız, ama bir adı daha var onun: Tarık Karanlığıyaranışık. “Kendisinden ibaret bir vaha” yaratması gerektiğine inanan Ruhi Bey, başlangıcı, boşluğu, varlığı, Tanrı’yı, aklı, Doğa’yı sorgulayıp bizi uygarlığın hijyenik, homojen, sözde korkusuz ve bu yüzden de kayıtsız gerçeklik anlayışıyla yüzleşmeye davet ediyor.
Bu yüzleşme davetine icabet etmemiz için, aydınlanmanın ve akılcılığın bakışını da ilk elden yansıtacak, tahmin edileceği gibi doktor olan bir antagonist kurguluyor yazar. Modernliğin, önceleri ayrık otlarını temizleyip, güçsüz ve sağlıksızları toplum dışına iterken, kapitalizmin olgunluk döneminde kurduğu hastaneler ve hapishaneleriyle bu “öteki”leri sisteme dâhil etmeye başladığını biliyoruz. İşte Ruhi Bey’in doktoru da, hastalarının ölümüne karşı olan, çünkü onların ölümünün sistemin yenilgisi olduğunu iddia eden, gayet “modern” bir hekim.
Kahramanımıza göreyse hastalık insanlığın ta kendisi. Şu satırlarla modernliğin kovduğu herkesi isyana çağırıyor Ruhi Bey: “Yeryüzünü yürüyenler, biz kendimizi onlardan ayırdık… Onların bildiklerini biz unutacağız. Onlar ne yapıyorsa reddedeceğiz… Uygarlıklarını yıkana kadar savaşacağız!” İşte “insanlık denen hastalık” bir gün ortadan kalktığında, Ruhi Bey kendisi gibi yeraltı peygamberlerinin sesinin yer üstünde duyulacağına inanıyor. Böylesine yüzleştirici, deyim yerindeyse bir “ayna-roman” Benim Adım Meleklerin Hizasına Yazılıdır.
Okuduktan sonra Foucault’nun, Cioran’ın, Bataille’ın ve özellikle Yaşar Çabuklu’nun eserlerine dönüp bakmamız için bizi kışkırtan bu kitap, bir yanıyla kurmacayı aşan, bir süsten ibaret olmayan sözcük oyunlarıyla dolu, sürekli altını çizerek okuduğunuz, bir manifestoya, hatta bir kültür eleştirisine dönüşen, ama hâlâ gayet edebi bir roman olarak kalabilen ve bunu yaparken de ilk sözcüğünden son sözcüğüne kadar anlaşılır olmayı başarabilen bir roman. Evet, tıpkı Hüseyin Kıran’ın diğer eserlerine bakıldığı gibi bir yeraltı metni olarak bakılabilir bu kitaba, ama edebiyatta el üstünde tutulması gereken bir yeraltı bu.
Teşhis doğru da, tedavisi yok, o da başka bir bahara.
Yeni yorum gönder