Amerikanomanyaklar, İranlı bir baba ile Rus bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelip hayatını Fransa’da geçiren ressam, şair, besteci ve yazar Serge Rezvani tarafından 1970 yılında, yani tam kırk yıl önce yazılmış bir roman.
İki yoksul ve yaşlı insanın hikâyesini anlatan eski bir romanın yeniden basımı yeniyi, ille de en yeniyi talep eden, yakışıklı erkeklerle güzel kadınların maceralarını seven günümüz okuyucusuna ne kadar çekici gelecek bilmiyorum. Evet, romanın kahramanları Cypriuche ile Loupiote, ‘çöp tenekeleri’, ‘parçabohçaları’ adıyla çağrılan, sokaklarda yaşayıp çöplüklerden beslenen iki evsiz ihtiyar... Ama birbirlerine duydukları aşk hâlâ taze, hayata ve inançlarına hâlâ bağlılar. Eylemleri genç tutuyor onları. Eylemleri ya da amerikanomanya hastalıkları. Nasıl bir hastalık derseniz eğer, yanıtını hikâyenin anlatıcısı Cypriuche verecek; “Bir çeşit kaşıntı gibi bir şey bu bizimki. Tutabilirsen tut kendini. Amerikalı -hart hart hart. Ama sadece Amerikan denizcileri haa! Tombul kurtçuklar gibi beyazlar içinde bıngıl bıngıl görüverdik mi onları işte o zaman, inanılmaz ama, bize bir haller oluyor. Bunları karanlık bir sokak köşesinde haklamadan edemiyoruz. İçimizi bir şey öylesine kemiriyor.”
Romanın hemen başında, Cypriuche’in ağzından dökülen bu sözler satirik bir hikâye içinde olduğumuzu sezdiriyor. Hemen arkasından Kore savaşından bu yana geçen elli yıl içinde tam iki bin altı yüz yirmi iki Amerikalı denizci öldürdüklerini öğrenince Amerikanomanyaklar’ın karanlık bir gelecek tasarımı olduğunu anlıyoruz. 70 yılında yayımlanan romanında yakın bir geleceği kurguluyor Rezvani. Hikâye zamanı 2000 yılı. Mekân Fransa’nın Cannes kenti.
1970 yılında kalemi eline aldığında, otuz yıl sonrasının dünyasını anlatan Serge Rezvani’nin ürkütücü kehanetlerinin –en azından bir bölümünün– bugün gerçekleştiğini görmek şaşırtıcı. Dahası rahatsız edici. Amerikanomanyaklar, sanki gerçekten 2000’li yıllarda yazılmışçasına güncelliğini koruyor.
Her gelecek tasarımı bugünün yeniden tasarlanmasıdır ve her tasarım bir bağlam içerisinde değerlendirilmelidir. Öyleyse Rezvani’nin Amerikanomanyaklar’ı bir kara ütopya biçiminde kaleme almasını, kahramanlarını Amerikan denizcilerini öldürmekten zevk alan sevimli ihtiyarlar biçiminde canlandırmasını, hikâyedeki olay ve şahısları, –mesela eski KGB şeflerini– bir bağlama yerleştirerek değerlendirmek gerekiyor. Bu bağlam hiç kuşkusuz hem ABD emperyalizmine hem Sovyetlerin bürokratik sosyalizmine karşı olan ve daha güzel bir dünya arzulayan 68 isyanıdır...
Batıdaki isyan başladığında siyasal konjonktür, sadece kapitalist sistemin ve hegemonyasının değil, doğu ülkelerinin reel sosyalizminin de sorgulanmasını gerektiriyordu. Bunun sonucunda 68 öğrenci eylemleri geleneksel ‘sosyalist’ ‘komünist’ partilerden bağımsız, hatta onlara rağmen gelişmiş, isyanın başını çekenler anarşist, anti-otoriter gruplar olmuşlar, Avrupa sokaklarını Marx’ın, Engels’in, Lenin’in, Stalin’in değil Mao'nun, Che'nin, Ho Chi Minh'in posterleri süslemişti. Kapitalizm kadar kapitalizmin statükocu alternatiflerine –reel sosyalizme– de yönelen çifte reddiye, var olan bütün kurumlarla birlikte bütün kültür ve sanat geleneğinin sorgulanmasıyla sonuçlanmıştı. İsyan sadece siyasi değildi, kültürüyle de isyandı.
Nitekim 68 rüzgârı Batıda sadece siyasi iktidarları değil, kültürü, sanatı, edebiyatı, cinselliği, kısacası hayatın her alanını silkelemişti. Rock’n Roll’ün, Yeni Roman’ın, ‘Avant-gard’ akımların müziğin, edebiyatın, plastik sanatların geleneksel yapılarını paramparça ettiği, dünyaya henüz yaratıcılarının dahi tam olarak ifade edemediği yeni anlamlar kattığı, bağımsız sinemanın kitleleri sarstığı yıllardı 68’ler. 68'lerin en etkili isimlerinden Marcus'un isyanın edebiyatının dilini “yerleşik dil ve imgelerin –uzun zamandır tahakküm, zorbalık ve aldatma aracı olarak kullanılan dil ve imgelerin– baskıcı hâkimiyetini yıkabilecek iletişim yolları bulma çabası” olarak yorumladığı zamanlarda, Beat kuşağı yazarları yeniden keşfediliyor, Vian hatırlanıyor, Genet tanınıyor, geleneği dinamitleyen yazar ve sanatçılar taraftar topluyordu. ‘Kara Roman’ın ve ‘underground’ın yükselişi tam da bu döneme denk gelmiştir. Sanat ve edebiyattaki arayışı Yeni Amerikan Sinema Topluluğunun manifestosundan bir alıntı ile özetleyeceğim; “artık cilalı ve sahte filmler istemiyoruz, kaba ama canlı filmleri yeğliyoruz; gül suyuna batırılmış filmleri istemiyoruz artık; istediğimiz kan rengi filmlerdir..."
Serge Rezvani, işte bu kültürün içinde yetişmiş, bu kültürle yoğrulmuş bir sanatçıydı. Üstelik İran asıllıydı. 68’lerin İran’ı. ABD tarafından iş başına getirilmiş Şah’ın kanlı diktatörlüğünde acı çeken İran. Rezvani, sadece 68 hareketini destekleyen bir sanatçı değil, aynı zamanda Şah muhalifi aktivistler arasındaydı. ABD’nin yayılmacı dış siyasetinin İran’da, Vietnam’da, Yunanistan’da, Güney Amerika’da, dünyanın dört bir yanında yol açtığı savaşı ve şiddeti daha içerden yaşamıştı. Amerikanomanyaklar’ın temel meselesinin ABD karşıtlığı olması bundandır. Ancak söz konusu karşıtlık basit bir Amerikan düşmanlığı ile karıştırılmamalı. Rezvani, bir sanatçı duyarlılığı ile yakın gelecekteki tehlikeyi, ABD’nin küresel imparatorluk yürüyüşünü, kurulmak istenilen yeni dünya düzeninin acımasızlığını görmüş ve göstermek istemişti.
Romanın ilerleyen sayfalarında Cypriuche ve Loupiote’un başına gelenlere hiç yabancılık çekmeyeceksiniz. 70 yılında 2000 yılının dünyasından bir kesit sunarken, sanki 11 Eylül sonrasının ABD politikalarını canlandırmış Rezvani. ABD şiddetinin ve misillemesinin meşrulaştırılması için, dünyanın başka coğrafyalarında yaşayan insanların “insanlıktan çıkarılma” sürecini bakın nasıl anlatıyor:
“...ve gece olunca bizi kara renkli uçaklarından birine koydular. Kara renkli uçaklar onların yük uçakları. Yalnız geceleri uçuş yapıyor ve dünyanın her yanından, CIA işkence odalarından sağ çıkmış olanları Topluyorlar. Evet, evet, böyle... İnanılmaz gelebilir ama durum tıpatıp, böyle.. Sonra bu uçaklar nereye mi giderler? Nereye olacak canım, buraya işte; Arizona’ya. Kampın özel bir havaalanı var. Bu havaalanında trafik çok yüklüdür. Durmadan uçaklar iner, uçaklar kalkar. Evet, yük uçakları aralıksız, bütün dünyadan toplanan kadınlarla erkekleri buraya boşaltırlar… Yunanistan’dan, Portekiz’den, Bolivya’dan, Avustralya’dan, İngiltere, Fransa, Almanya’dan... Evet, her yerden. (...) Orası burası kırık, ortalıkta sürünen insanların sayısı inanılmayacak kadar fazla. Vietnamlılar, Araplar, of of, hele Araplar ne kalabalık!..”
Tanıdık değil mi? Baktığı her yerde terörist izi arayan, şüpheli her kişiye terörist damgası vurmaya hazır bir ideolojinin, ABD’nin yüce çıkarları için diline, dinine, ırkına, cinsiyetine bakmaksızın birey hak ve özgürlüklerini ayaklar altına alma küstahlığının, insanlığın bu yüzyıldaki en büyük ayıbı Guantanamo’nun –ya da Irak hapishanelerinin- bu erken tasviri, Amerikanomanyaklar’ın önemini ortaya koymaya yeterlidir.
70’lere gelindiğinde henüz bir politika haline gelmemişti. Ama bugün, ABD’nin kurmaya çalıştığı yeni dünya düzeni bazı halkları dışlayarak, onları “insan niteliğinden" yoksun bırakarak ayrımcılık ve şiddeti kolaylaştırıyor, makûl ve hatta zorunlu hale getiriyor... Bunun karşısına Cypriuche ve Loupiote’un naif isyanını koymuş Rezvani.
Amerikanomanyaklar’ın onbinlerce insanı toplama kamplarında işkenceye çeken dünyası 1970 yılında kurgulanmış bir dünyaydı, geleceğin dünyasıydı, kimilerine göre mübalâğaydı… Ne yazık ki şimdi bizler o geleceğin, içinde yaşıyoruz ve Rezvani’nin roman sonunda yaktığı kurtuluş ışığı şimdilik pek cılız. Ama yine de Rezvani’nin uzak görüsüne güvenelim ve bizler de roman kahramanları gibi umut ilkesini hep hatırda tutalım; “Milyonlarca insan aynı şeyi düşündükleri zaman, ya da isterseniz aynı şeyi düşledikleri zaman diyelim, işte o zaman düşlenen şey mutlak gerçekleşir.”
Amerikanomanyaklar, karanlık bir gelecekten söz etmesine rağmen, satirik üslubuyla, güçlü bir devletin karşısına koyduğu iki sevimli ihtiyarla ve isyanın uzakta olmadığı vurgusuyla kara ütopyaların sınırında bir yerde duruyor. Çaresizliği ya da teslimiyetçiliği beslemiyor; içimizdeki kararsız ama canlı, kafası karışık ama umutlu, çok çeşitli, uzak ve tanıdık olmamaktan korkmayan ve belki de sadece “hayatta kalmak” için değil gerçekten iyi bir hayatı kurabilmek için direnen çocukları fark etmemizi sağlıyor.
A. Ömer Türkeş
