1/
sizi yalnız gecelerde dinleriz
sökülmüş ilmekleri seslerin.
2/
havalanır kımıldarsa pencere
giz ve gecikmiş bir saat sekiz.
3/
tedirgin ekimi ikiye böler
:bir resim ve bir keder.
4/
hüznü sever
ve üşüyen ellerini,
su dolu oyukların.
5/
susunca,
illüzyon oturur karşı koltuğa
ve ateşli kabullenmeler.
6/
yetişmekten yorgun
dinlemekten sağır
gecikmiş--


Hilal Karahan (1977): Kadın hareketinde pek yeni değilse de üzerinde durulacak bir durum var: Şiirin bu harekete etkin bir biçimde katılmış olması. Türkçe şiirin öteden beri, üstten alta doğru da olsa varlığını sürdüren “cinsiyetçi”, hatta “maço” özelliklerine karşı, erkek ve kadın kimliğini tüm sakınımsızlığıyla didikleyen şairler var artık. Erkeklerin hükmü altıdaki dünyayı sarsacak yeni ve güçlü bir dil, saldırgan bir yıkıcılık, yıkıcılıkta yeni bir yaratıcılık getiriyor bu şairler. Dişil ahenklerin zenginliği içinde, kadın olma bilincinin ve kadın bilinçaltının serimini ısrarla işleyen şairler var artık. Şair kadınlar var! Gülten Akın’ın, Sennur Sezer’in başlattığı, şiirde kadın dilinin eleştirellik gücü de kazanarak bir çoğalışı mı, yoksa kadın hareketinin bu şairlerde artık bir içsellik kazanması mı; ikisi de mi yoksa? Melek Özlem Sezer, Eren Aysan, Fulya Emek Tanrıkulu, Emel Güz, Gonca Özmen, Oya Uysal, Aslı Birsen, Aslı Serin, Emel İrtem, Türkan İldeniz, Gülümser Çankaya, Çiğdem Sezer ilk aklıma gelenler. (“İkinci gelenler”, benim kusurumdur, bağışlansın!). “Gördüğünden ürkenin /ateşi şerhte yanar!” diyerek, yaratıcı sancılarını cesurca yazıyorlar. Sanki Leydi Lazarus Sylvia Plath’ın terk ettiği yerden, o terk anından başlamış gibiler, yazmaya.
Ne var bu şiirlerde? Bu yazıda örneğini Hilal Karahan’ın şiirinden, son kitabı “Gecikmiş Mumya”dan vermek istiyorum. Leydi Lazarus’u hatırlatan da Hilal Karahan oldu. Tıpkı o leydi gibi hırçın, dahası hınçlı bir dili var Karahan’ın.Bu havada bir dilin getirebileceği şiirsel sorunları aşarken bulduğu tekniklerin çoğu geçmişte denenmiş olsa da (Dada’nın, Gerçeküstücü şairlerin, şiiri bir resim gibi tasarlayan “somut şiir”cilerin vb), bunları ustalıkla kullanmasının yanı sıra eklediği motifler de var. Şarkı makamlarından ara taksimlere, “iç ses-dış ses” bilinçakışı tekniğinden gündelik nida efektlerine kadar birçok imkândan yararlanabilmiş Karahan; Adını “Şizofren Tragedya” koyduğu şiiri yazabilmek için bir “iç sözlük” oluşturmuş, ses ve biçim talimlerinden oluşan bir iç sözlük; bir özel dil. Kendine gidebilmek için kullanılmış metrelerce Ariadne ipliği sanki. İpliğin iki ucundan da çekiştirmektedir “gitmek” ve “kalmak” ikilemi. Son dönem müziğine de ağırlığını koyan bu gerilim, Karahan’ın şiirinde bir sorunsal olarak değerlendirilmiş. Sonuçta, gerilimden biri ya da öbürü galip gelse de, “kendi ayak izinden daha güvenli nereye basabilir?” demektedir Karahan. Bu, “kendinde olma”yı aşıp “kendi için olma” özgürlüğüne yönlenişi ısrarla vurgulayan iç sözlük oluşturur onun şiirinde. Şiir yazmak da bu özgürlük içindir ve içindedir. Acı, kendine bir dil bulmazsa, sızacaktır dokunduğun her şeye. Ama nasıl bir dil?
Yukarıda Karahan’ın dilinin “hırçın ve hınçlı” olduğunu söylemeye kalkışmıştım; eksikti. Hırçın sesler ürkütücüdür, bazen iticidir de. Hırçınlığa dönüşen sesleri başka sesler içinde eritmek, bunun için ironiden, alaydan, hicivden, humordan yararlanarak acıyı anlatılabilir kılabilmektir bu çağın sağırlığında. Karahan bunu imrendirecek yetkinlikte yapıyor.
Şunu da yazmadan edemeyeceğim: Karahan’ın işlek, güçlü, etkili kadıncıl dili ve biçemi yanında, kitabın önündeki biyografik bilgi, şaire, bu şiirlere güvenip ironik bir şaka yapıyor gibi. Şiir ve yazılarına “profesyonel anlamda” (!) 2000’de başladığını bildiriyor biyografi. Sonra da kiminle evli olduğu, kaç çocukları bulunduğu filan. En sonunda da aldığı ödüller, üye olduğu dernekler...
Dört adet sağlam şiir kitabı yayımlamış bir şairin son ve en güçlü bu kitabındaki bu ironik durum düşündürüyor. Kitap 1960’lı yıllarda basılsaydı, belki bu kadar göze batmayabilirdi.

Yeni yorum gönder