

Çağdaş İran Edebiyatı’nın en büyük isimlerinden Sâdık Hidâyet’e uzun yıllar boyunca “Doğu’nun Kafkası” yakıştırması yapılsa da, bunları klişe tespitler olarak bir kenara koyup ona “Doğu’nun ta kendisi” diyebiliriz.
Burjuva bir ailenin çocuğu olan Hidayet, 1903 yılında Tahran’da dünyaya gelmiş. Fransız Lisesi’ne girene kadar olan çocukluğu, cemiyet hayatından çok uzakta genellikle evin bahçesinde, bir başına geçmiş. Lise yıllarında Batı’nın tesirine giren İran’da, entelektüel ortamlarda bulunmayı yeğlemiş. Okumalarına bu yıllarda modern İran şairleriyle başladıktan sonra Hâfız-ı Şirazi, Hayyam, Fuzuli, Kafka, Rilke, Poe, Çehov gibi isimleri keşfetmiş.
Hidayet, lise eğitiminin ardından Avrupa’ya gitmiş. İlk durağı Belçika olmuş ve burada mühendislik okumaya karar vermiş fakat okulu yarıda bırakarak, çok merak ettiği Fransız kültürünü yerinde incelemek ve Fransızcasını geliştirmek için Paris’e geçmiş. İlk öykülerini burada yazmış ve Paris’in renkli bohem çevrelerinde ‘egzotik doğulu’ lakabıyla tanınmış. Paris yılları, aynı zamanda onun muhayyilesindeki Batı ile Doğu savaşının da miladı olmuş. Batı için önem arz eden metinlerin bir kısmını ve çok sevdiği Kafka’nın tüm yapıtlarını Farsçaya çevirmiş. Çocukluğundan beri depresif bir kişiliği olan Hidâyet’in ruhi muvazenesi bu yıllarda iyice dağılınca kendini bir nehre atarak intihar girişiminde bulunmuş.
Epik-lirik bir dil
1930 yılında yeniden İran’a dönen Hidâyet, ailesinin Şah ile yakın ilişkiler içinde olmasına rağmen Şah’ı eleştiren yazılar kaleme almasından sonra Tahran’daki yenilikçi ve özgürlükçü hareketlerin de sembolü olmuş. Bir müddet sonra ülkedeki siyasi ve sosyal krizler derinleşince Hindistan’a gitmiş. Hindistan yıllarında Budizm, Maniheizm ve Zerdüştlük üzerine derin araştırmalara girişmiş, Hindistan’ın arkaik dillerini öğrenmiş ve bazı dini metinleri Fransızca ve Farsçaya tercüme etmiş. Tekrar İran’a döndükten sonra hem Batı’dan hem Doğu’dan topladıklarını mukayese ederek edebi metinlerine kaynaklık edecek sentez makaleler hazırlamış. İkinci Dünya Savaşı esnasında SSCB’ye gidip buradaki savaş manzaralarını gördükten sonra bunalımları iyice artmış ve Tahran’a dönerek ıssız bir tepedeki kulübesinde uzun müddet bir başına yaşayarak o birçok eserinin iskeletini oluşturmuş. 1950 yılında Paris’e gittiğinde artık pateit bir vaka halinde olan Hidâyet, eserlerinde sıkça işlediği ölüm saplantısının çağrısına kulak vermiştir. Paris’teki evinde en güzel kıyafetlerini giyip tıraş olduktan sonra çalışmalarının bir kısmını ateşe vermiş ve havagazını açarak intihar etmiştir.
Sürrealist anlatıyı benimseyen Hidâyet, o döneme kadar denenmemiş bir şeyi yaptı ve Batı’nın modernist anlatım teknikleri ile Doğu mitlerini-klasik anlatılarını birleştirdi ve karakterlerine Freudyen nazarla baktı. Ayrıca bu kompozisyonun içine nihilist felsefenin gölgelerini koydu. Epik-lirik bir dili benimsedi.
Hidâyet, hayatının ilk yıllarında kendisini Batı’ya daha yakın hissetmesine rağmen ait olduğu coğrafyanın Doğu olduğunu biliyordu. Zira Kör Baykuş isimli romanını neşrettiği yıllarda bunu daha iyi kavramıştı. Bu sebeple başta İran olmak üzere Doğu’ya, Batılılar için egzotik doğu resimleri yapan nakkaşlar gibi oryantalist bir nazarla bakmadı, fakat Doğu’nun dogmalarını, netameli mevzularını kökünden sarsma amacı taşıyan eleştiriler yazdı ve bu sebeple ülkesinde sansüre uğradı.
Hidâyet’in doğusu, gizemli olduğu kadar karanlıktır. Hatta bu karanlık ‘evvele’ kadar inen bir kuyu gibidir. Bu kuyunun dibinde önce boşluk sonra âdem vardır; bu hayali kısım, insanın yeryüzü denen bahçeyi doldurduğu bilinmez anların özetidir; içinde doğuyu kuran bilincin ilkel kodları vardır. Jungist bakış açısıyla yorumlanan erken dünya, arketipler etrafında şekillenir. Bir üst katmanda ise önce söz vardır.
Devasa bir bellek
Pers mitolojisi ve zerdüştlük inancının uzantısı olan kültür buradadır. İranistik hinterland ile Helenistik hinterlandın sonradan Doğu- Batı şeklini alacak çatışması bu alanda başlar. Şehname’nin ve diğer mitsel örüntülerin kahramanlarının izdüşümleri modern dönemlere kadar süren serüven içinde deri değiştirip başka bedenlerde yankılanarak ilerler. Onun üstünde ise bin yılı aşkın süreyi kapsayan İslam kültürü ve bu kültürün parçaları vardır. Diğer katmanda ise modern dünyanın melodramı yatar; gelişen şehirler, otobüsler, değişen insanlar, inançlar, sıcak savaşların sonu, soğuk savaşların başlangıcı… Kuyunun ağzında; rüyalar, halüsinasyonlar ve psikozlarla dolu devasa bir bellek yatar. Hidayet, Doğunun çıkmazlarını iyi teşhis etmiş ve bu dilemmalardan özgün karakterler yontmayı bilmiştir. Onun karakterleri bir çölün ortasında başka bir çölü arayan tiplerdir. Karakterlerin karamsarlığı; doğup, büyüdükleri, yaşadıkları coğrafyanın tekmil yüklerinin toplamıdır.
Hidâyet, Tahran’ı panoramik açıdan sokak be sokak, gün be gün anlatan klasik-realist romanlar yazmadı. Onun asıl gayesi Doğulu bilincindeki resimleri dün ve bugün arasına koyduğu tuvale yeniden farklı boyalarla çizmekti; bu sebeple uykuyla uyanıklık arasındaki o yakaza halini pitoresk sahnelere dönüştürmüş ve buralara minimalist hayatlar inşa etmiştir.
Kör Baykuş’taki, ilahi güzellikteki kadını izleyen yaşlı adam minyatürü ve bu sahneden doğan marazi aşkın hikayesi; üç farklı zaman dilimindeki, üç farklı nüans olarak yorumlanabilir. İslam öncesi Pers şiirindeki sonsuz aşkın beşeri tanımı, Klasik Fars-İslam edebiyatındaki beşeri aşkın ilahi aşk kıvamına evrilmesi ve modern dünyadaki realist ölçülü aşk…
Sâdık Hidâyet, İran ve Hindistan’ı bildik görüşün dışına çıkarak ‘bir’ coğrafya olarak görüyordu. Zira Zerdüştük ve diğer alt- Asyatik inançlar ve eski metinler bu birlikteliğe kaynaklık edebilecek yeterlilikteydi. Hidâyet, bu geleneğin üstüne tozlu sokaklarda koşturan esmer hayaletleri, bükülmüş evlerde kalemdan boyayan müptelaları, uçsuz bucaksız ormanlarda kendisine âşık arayan güzelleri, arafta kalan dervişleri, benliklerini yitiren adamları ve Doğunun yakılan belleklerini dizdi, müşterek ve muhtelif acıları ters yüz edip protest ve nihilist bir dille telaffuz etti. Bu özgün biçem, dönemi göz önünde bulundurulduğunda önemli bir adımdır. Hidâyet’in ikircikli anlatıcılarında ve dahi karakterindeki inanç krizleri devasa boyutlarda, bazen ise halüsinatif haldedir. Yazarın trajik hayatının uzantısı olan bu durum, onun içindeki boşluk ile dışındaki boşluğun çatışmasının neticesidir. Sadık Hidayet, her şeyden evvel yalnızlığı ve yabancılığı tarif etmek istemiştir. O, kendisine, ülkesine ve dünyaya yabancıdır. Kendisine, hiçliğe ve her şeye başkaldırmış, hep uçurumun kenarında yaşamıştır.
Yeni yorum gönder