

Bizi biz yapan şeyleri sıralayacak olsak, ilk sırada ne olurdu? İçine doğduğumuz aile, ülke, ait olduğumuz şehir, yaşadığımız semt, gittiğimiz okullar, karşılaştığımız insanlar... Çevresel faktörler, yani ekseriyetle yetkimiz haricindekiler mevzubahis olduğunda liste hayli uzun ve süreçler epey karmaşık. Yolumuza çıkan her yeni şey başka bir şey katıyor ben dediğimiz kümülatif bütüne. Ama bir de bilinçli olarak aldığımız kararlar var kendimizi inşa etme yolunda, hayatın kendiliğindenliğine insani müdahalelerimiz yani. Suyun akışını insan eliyle değiştirdiğimiz anlar, bir taşı alıp şuradan şuraya koyduğumuz, hikayenin sonunu bambaşka bir şeye dönüştüren, hayatımızın gidişatına bilinçli ve bir o kadar keskin bir şekilde yön verdiğimiz durumlar... Hepimize olur, dışarıdan bakıldığında sıradan bir göz için ehemmiyet arz etmeyen bir karar, bizim için bütün resmi değiştiren şey olabilir. Bir fırça darbesiyle başka bir resme dönüşür baktığımız hayat. İnsanlık için küçük ama kendimiz için büyük bir adım attığımızı hissederiz arada, çok kereler hissetmişizdir geçmişte de. Özellikle gençlik yıllarında, bir yetişkin olmanın kıyısında debelenip dururken sanki limandan uzaklaşan bir geminin hangi yöne gideceğine karar vermesidir gibidir her bir karar. Rüzgar hayatın gerçekliğidir, nereden eseceği belli olmaz ama insan galiba ilk kez o yaşta bir geminin kaptanı olduğunu, en azından olması gerektiğini hisseder, ipler elinde gibidir, hatta bazen o yaşın cüretkarlığıyla kendisini her şeyi kontrol edecek kudrette hissedebilir. Zamanla bu gözü karalık azalıp yerini hayatın uysal kabullenişlerine bıraksa da, aldığımız kararlarla kendi yol haritamızı çizdiğimiz gerçeği değişmez. Ömer Madra'nın tükenip de yıllar sonra tekrar basılan Romanımla Sana Bir Ses... isimli romanı tam da bu duyguya bakıyor, kendi gemisinin kaptanı olma mücadelesi veren Oğuz'un hikayesini anlatıyor.
Lise son sınıf öğrencisi Oğuz, çocuklukla yetişkinlik arasındaki o başıbozuk dönemde, şu insana aklını yedirtecek derecede gelecek tahayyülünden uzak yıllarda, kendine bir hayat arıyor. Nişantaşı'nda annesi ve anneannesiyle aynı evde yaşayan, ikinci kez evlenip kendi ailesini kurmuş babasıyla seyrek görüşen ve koleje giden Oğuz, hayatın bazı açılardan cömert davrandığı bir genç adam olarak, Paris'te sanat okumanın hayalini kuruyor. Bunun için önündeki tek engel de kendisi, kendi gençlik buhranları, kafa karışıklığı, ne istediğini bilmeyişi; Oğuz, Paris'te öğrenci olacak kadar entelektüel olmadığına inanıyor ve bu onun en büyük varoluş mücadelelerinden birine dönüşüyor. Kendisini bir proje gibi ele alarak inşa etmeye girişiyor ancak çoğu girişimi gençliğin naif hayallerinden biri olarak tamamlanmadan sona eriyor. Oğuz daldan dala konup kendisini ararken, -en yakın arkadaşı Hanri'yle ortak kurduğu- Paris'te okuma hayali tepesinde asılı durmaya, onu didiklemeye devam diyor. Oğuz yaşına özgü deli deli haller içinde, ziyadesiyle alkol ve sigara tüketerek, roman boyunca bir anne rahmine benzettiğim odasında doğumunu bekliyor.
Ve tabii o yaştaki bir erkeğin aklı gibi, kalbi de pek yerinde durmuyor. Oğuz kadınları çoktan keşfetmiş bir genç adam. Ailesinin sağladığı olanaklar sayesinde tıpkı bir yetişkin erkek gibi yaşıyor ilişkilerini; giyim kuşamından gittiği restoranlara kadar bir lise öğrencisinin yaşaması pek de "normal" olmayan bir hayat yaşıyor ve o hayatın içinde yaşından büyük hikayelere dalıyor. Elbette her genç erkek gibi kalbini kıracak, üstüne basıp geçip gidecek bir kadın bulmakta gecikmiyor. Kendi gibi yaşından büyük Nevra bir "arzu nesnesi" olarak Oğuz'un hayatına girip onu yumuşak karnından vuruyor, onu adeta bir "Genç Werther" gibi mağlup ediyor.
"Köprü-kitap"
Romanın, genç bir adamın kapalı kutu hayatına odaklanması dışında bahsedilmesi gereken kıymetli bir tarafı daha var. Roman 1960'ların ortalarındaki bir ülkeye de ayna tutuyor. Büyümekte olan ve ana rahminden dünyanın ortasına düşmeye hazırlanan Oğuz için duydukları ve öğrendikleri yepyeni bir realite olsa da, hikaye, Türkiye'nin o dönemki mevcut ortamıyla da temaslarda bulunuyor. Madra'nın kendi sözleriyle bir "köprü-kitap" tarafı var romanın bu açıdan, elli yıl öncesinin "payitaht" İstanbul'u ile bugünün "hafriyat ve rant" İstanbul'u arasında bir köprü kuruyor.
Oğuz'un dahil olduğu toplumsal sınıfı düşünecek olursak bu açıdan roman ekseriyetle tek bir yere bakıyor ancak Oğuz'un yolda tecrübe ettiği farkındalıklarla, ayna, sonradan başka yönlere de dönüyor. Özellikle politize arkadaşı Doğan ona başka bir şey gösteriyor; Doğan'ı yurtdışında okumak için bir sınava girmek üzere Ankara'da ziyaret eden Oğuz, o seyahatte hiç ummadığı gerçeklikleri buluyor. Bu ziyaret vesilesiyle dahil olduğu bir ev ortamı, belki de onun gelecek kararlarını etkileyen şeylerden biri haline geliyor; Oğuz'un hayatını ellerine alıp kendi yol haritasını çizmesine önayak oluyor.
“Sarı ormanda iki yol ayrılıverdi birbirinden/ Ama insan ikisine birden gidemeyeceğinden/ Aynı yolcu olarak kalıp; heyhat, orda kalakaldım/ Öyle daldım baktım ilkinin en son noktasına kadar/ Uzakta bir yerlerde gözden yitip kaybolana kadar”. Ömer Madra romanın yeni baskısı için yazdığı "son söz"de Robert Frost'un bu dizelerine yer vermiş. Genç olmanın ruh halini, buhranlarını, zaferlerini ve mağlubiyetlerini samimiyetle aktardığı bu romanda, genç bir adamın hayatın körpe yıllarında ikiye ayrılan yolun ağzında durup içinden geçtiği karar sürecini anlatıyor. Hikayenin sonunda Oğuz belki de ilk kez gerçek bir karar alıp büyümeye karar veriyor. Ve verdiği kararla ilk kez kendi gerçekliğiyle yüzleşiyor.
Yaptığı her şeyin hakkını veren Ömer Madra, bu ilk ve tek romanın da hakkını vermiş. Ne anlattığını, nasıl yazıldığını merak ederek elime aldığım Romanımla Sana Bir Ses... beni yarı yolda bırakmadı. Oğuz'un naif bir dille, lafı dolandırmadan, edebiyatın ağdalı hallerine bulaşmadan anlatılan hikayesini sevdim. Madra'nın yeni baskıya eklediği bonus öykü ve "son söz" de cabası... İyi ki yıllar sonra tekrar basılmış da ıskalayanlara ikinci bir şans tanınmış.
* Görsel: Onur Aşkın
Yeni yorum gönder