

Norveçli genç yazar Kjersti Skomsvold, Cemal Süreya’dan haberdar mıdır? Hiç değilse tek bir şiirinden? Çünkü “8.10 Vapuru”ndan sadece iki dize, yazarın kendi memleketinde üç sene önce yayımlanan ilk kitabı Hızlandıkça Azalıyorum’u tarif etmeye yetiyor: “Sesinde ne var biliyor musun / söyleyemediğin sözcükler var.”
Skomsvold, tam da bunu; bir yaşam boyu söylenmemiş, bir gün dillendirilir umuduyla üst üste yığılmış ve nihayet terk edilmiş sözcüklerin romanını yazmış. Sözcüklerin sahibi, artık yolun sonuna geldiğini düşünen yaşlı bir kadın, Mathea Martinsen. Bir novelladan biraz daha uzun (ve fena halde yoğun) 130 sayfa boyunca, son bir gayret düşüncelerini toplayan, derdini -bazen kendine bile itiraf etmeden- bize anlatmaya çalışan Mathea’yı dinliyoruz.
(Görsel çalışma: Ethem Onur Bilgiç)
Daha fazla ilerlemeden evvel, izninizle, kişisel bir not düşeyim. Eleştiri yazılarında, hikâyelerin detaylarının uzun uzun anlatılmasını doğru bulmuyorum. Okurun fazladan bir zihinsel hazırlık yapmasına, hikayeyi daha okumaya başlamadan kanıksamasına yol açıyor. Bu yüzden kestirmeden gideceğim: Olaylar Norveç’te geçiyor. Kahramanımız, bildiğiniz gibi, yaşlı bir kadın (kaldı ki bunu dahi söylemek istemezdim, çünkü yaşını sonradan fark ediyorsunuz) ve mesele, Norveç’te geçen bir romandan bekleyebileceğiniz üzere, yalnızlık.
Birkaç yan unsur daha: Kahramanımız Mathea insanlardan korkuyor, iletişim kurmaya çekiniyor, üzerinde saatlerce düşünmeden, kocasından başkasına bir cümle olsun laf etmiyor. Kimse de onu görmüyor zaten. Mathea Martinsen’in yaşamı, düşünceleri, sızlanmaları, eleştirileri, korkuları, on yıllardır dip dibe yaşadığı kapı komşusunun dahi umurunda değil.
Kulağa çok bildik geliyor, değil mi? Üstelik bunlar, üzerine bir roman kurmak için pek elverişli konular da sayılmaz. Yine de genç yazar zor yola sapmış; Mathea’nın yalnızlığını her adımda yeni sürprizlerle boyutlandırarak anlatmış. Kahramanımızın sıradan görünen hikâyesi, sudaki halkalar gibi, sayfalar ilerledikçe açılıp genişliyor. Skomsvold’un kısa, vurucu cümleleri, göze görünmez, yaşlı bir kadının kafa sesine dönüşüyor; hedeflerini bir bir vurup görevlerini yerine getiriyor.
Romanın tüm ağırlığı özel bir anda yüklü. Çilek reçeli seven Mathea, ağzı sımsıkı kavanozları açamadığından, kasiyerden yardım istemeye karar veriyor. Yanına gitmek konusunda dakikalarca düşündüğü kasiyer onun farkına bile varmıyor. Yüzüne bakmadan reçeli kasadan geçirip işlemini yapıyor.
“Şayet beş dakika sonra kaçırılsam kasadaki oğlan ona benim resmimi gösteren polise beni daha önce hiç görmediğini söylerdi.”
Yaşam eylemle anlam kazanır
Kocası Epsilon, Mathea’yı şu dünyada gerçekten görebilen tek kişi. Yazar Skomsvold’un en başarılı olduğu yerler de zaten ikisinin hikâyesini iç içe anlattığı bölümler. Dokunaklı bir aşk hikâyesinin karşı tarafında duran Epsilon, bazen Mathea’nın alt beni oluyor, bazen sırdaşı. Bazen de tümüyle bir yabancı haline geliyor; varlığıyla da yokluğuyla da Mathea’nın yalnızlığını belirliyor. Hatırlattıkları için, bu defa bir başka şaire, Oktay Rifat’a başvuralım: “mutluluk bir çimendir, bastığın yerde biter / yalnızlık gittiğin yoldan gelir.”
Mathea’nın hikâyesinin kalanı tümüyle bir hayalkırıklıkları galerisi. Belki bu yüzden en iştahla yaptığı şey dönüp dönüp kendi ölümü üzerine düşünmek. Yine de temiz ve çocuksu bir soruyu adabınca sormayı beceriyor: İnsanlar, yaşadıkları kısa sürede toplumda bir fark yaratamamalarına karşın kendilerini neden bu kadar ciddiye alıyor?
Ya da insanlar gerçekten bir fark yaratabilir mi? Mathea, Danimarkalı masalcı Hans Christian Andersen’in “Yaşam ancak eylemle anlam kazanır.” sözü üzerine kafa yoruyor ama hepsi bu. Orada kalıyor. Elinden daha fazlası gelmiyor. Ufak tefek kıpırtılar belki. Mesela şu:
“ (…) Bir yerlerde dünyada şu anda yaşayan insanların sayısının ölenlerin sayısını geçtiğini okuduğumu hatırlıyorum ve ne zaman ölenlerin sayısının yaşayanları geçeceğini merak ediyorum. Bakarsın bu konuda terazinin dengesini değiştirecek ağırlık ben olurum.”
Can yakıcı olan sadece Mathea’nın hikâyesi değil. Onun vardığı nokta, bugün bizim üzerinde durduğumuzla aynı. Bir otuz yaş daha genç olsaydı, muhtemelen Twitter’dan sağa sola sataşacak, Facebook’ta “Bugün de yeni bir şey olmadı.” diye durum güncellemesi yapacaktı. “Yaşam ancak eylemle anlam kazanır.” cümlesinin karşılığını sosyal medyada bulup, sıraya uyacaktı. Ne var ki bu devri ıskalıyor.
Ama yazar Skomsvold ıskalamamış. Bunun ne menem bir sıkıntı olduğunu, kendinden bıktığı için hayatla uzlaşamayan bir kadın üzerinden anlatabilmiş. Yazarın daha ilk romanıyla gördüğü takdir (Norveç’te Tarjei Vesaas İlk Kitap Ödülü ve yoğun bir uluslararası ilgi) boşuna değil. Ufak tefek kusurlarına karşın (roman kısa ama bazı kısımlar yine de gereksiz), Skomsvold, hepimizin sıkıntısını, yaşlı bir kadın üzerinden, üstelik tazecik bir dille başarıyla anlatıyor.
Tazelik demişken, Skomsvold’u Türkçede yayımlayan yeni yayınevi Jaguar Kitap’ı anmadan geçmeyelim. Yayınevi satış garantisi hiç olmayan, zor tercihler yapıyor; üstelik kitaplarını da gayet güzel kapaklarla ve kolay okunur, düzgün bir sayfa tasarımıyla basıyor. Bir not da çevirmen Deniz Canefe için. Norveççeden önceki çevirileriyle bildiğimiz Canefe, yine tertemiz bir Türkçe ile, şık bir işe imza atmış (kafiye takıntılı Mathea’nın bazı cümlelerini Türkçeye uyarlamak zor olsa gerek.)
Bu kısa romanı bir gece, araya başka hiçbir şey almadan, oturup bir defada okuyun. Kapağını kapattığınızda, yolunuzun çok meşhur bir başka Norveçliye, ressam Edward Munch’e bağlandığını göreceksiniz. Ortada gayet basit bir başka tarif var çünkü. Munch’un en bilinen tablosu “Çığlık” ne anlatıyorsa, Skomsvold, Hızlandıkça Azalıyorum’da onu anlatıyor. Çok daha sessiz bir şekilde belki ama aynı edayla. Tam da kitap kahramanının dediği gibi: “Ormanda devrilen ağacı düşünürken hareketleniyorum. Şayet hiç kimse duymuyorsa ağaçtan ses çıkmış mıdır?”
(Manşet görseli Ezra Salkin'e aittir.)
Yeni yorum gönder