Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Sıradanlığın rayihası



Toplam oy: 1261
Karl Ove Knausgaard // Çev. Ebru Tüzel
Monokl
"Yirmi birinci yüzyılın Proust'u" tanımlaması Karl Ove Knausgaard'ın üzerine tam oturuyor. Kayıp Zamanın İzinde'nin edebiliğinden aldığımız tadı, Kavgam'da da bulabiliyoruz.

Norveçli yazar Karl Ove Knausgaard’ın Kavgam serisi, Norveç’te yayımlandığında kısa sürede yüksek bir satış rakamına ulaşırken, İngilizceye tercüme edildikten sonra uluslararası çok satanlar listesindeki yerini hemen aldı. Ancak “çok satanlar” ibaresinin yarattığı pürüzlü hissiyat Kavgam için geçerli değil. Zira Knausgaard bize popüler roman hilelerine dayalı bir hikaye değil, kendi yaşamını sunuyor. Öyle ki, onun kitaplarına “otobiyografik roman” demek bile güç. Knausgaard, altı ciltlik seri boyunca kendi yaşamını birinci ağızdan anlatıyor. (Knausgaard’ın Kavgam serisi altı kitaptan oluşmasına rağmen, bu yazı, serinin ilk kitabının Türkçede yayımlanması vesilesiyle ve İngilizceye tercüme edilen diğer üç cildinin bir değerlendirmesini sunmaktadır. Gerek Norveççe kitapları edinmek, gerekse kısıtlı bir Norveççeyle kalan beşinci ve altıncı kitabı okumak oldukça güç.) Kitaptaki olayların hepsi yaşanmış, karakterlerin hepsi gerçek. Ondan dinlediğimiz bu özkurgusal öykü, okura saf gerçeklikten başka bir şey sunmuyor.

 

Knausgaard’ın üç bin küsur sayfa boyunca anlattığı hikaye okuru kendi dünyasına çekmekte o kadar başarılı ki, bir noktadan sonra okunan metnin janrı hakkında bir kanıya varmak giderek zorlaşıyor. Bunu Kavgam’ın sıradanlığının, tekdüzeliğinin, banalliğinin sağladığını öne sürmemek için hiçbir sebep yok. Knausgaard’ın dilindeki sadelik –her ne kadar romanı tek solukta yazdığını söylese de– son derece yoğun olmasına rağmen, hafif ve akıcı özellikleri içinde bir arada barındırabiliyor. Özlü, vurucu sözler bekleyen okurlar ise Knausgaard’ı okurken büyük hayal kırıklığına uğrayabilir. Ondan bu tür cümleler bulup alıntılamak hiç kolay değil. Çünkü Knausgaard’ın üslubu özlü söze dayalı romancılığın izlerini taşımıyor. Knausgaard’da özlülük, vuruculuk arayan okurların kitaba daha geniş bir perspektifle bakmaları, daha geniş bir bağlama odaklanmaları gerekiyor. Onun yaşam hakkında, kendince önemli konular hakkında yaptığı çıkarımlar ancak bütünlüklü bir bakış açısıyla anlaşılabilir. Kavgam’ın cümleleri yalnızca bir veya birkaç olayı en sade haliyle anlatmayı amaç ediniyor; daha fazlasına yönelmiyor bile. Uzun betimlemeler, sıradan diyaloglar, olağan duygular ve durumlar hakkında bitmek bilmeyen paragraflar... Knausgaard, okura sadece olayın, yaşamın kendisini sunuyor. Knausgaard, bunu aslında bize çok samimi bir şekilde itiraf da ediyor zaten: “Hanımlar, beyler. Umrumda değilsiniz, yazdığım kitap da umrumda değil, o kitabın ödül alıp almayacağı da umrumda değil, tek istediğim daha çok yazmak. Öyleyse benim burada ne işim var?”

 

Günümüzün Proust'u

 

 

Bütün bu sıradanlığına rağmen bu kadar duyguyu en çıplak haliyle verebiliyor oluşu Knausgaard’ı günümüzün en güçlü romancılarından biri haline getiriyor. “Yirmi birinci yüzyılın Proust’u” tanımlaması üzerine tam oturuyor. Proust’ta nasıl dört duvarın arasına sıkışmış hasta ve çelimsiz, genç bir erkeğin genç kadınlarla ve Fransız aristokrasisiyle pek de ilgi çekici olmayan ilişkilerini keyifle okuduysak, Knausgaard’da da çocuklukta oynanan oyunları, gündelik ev yaşamını keyifle okuyoruz. Proust’ta nasıl bir Fransız soylusunun şeceresini onlarca sayfa okumaktan sıkılmadıysak, Knausgaard’da da vefat eden babasının votka şişeleriyle dolu, çöpten ibaret evini temizleyişini onlarca sayfa okumaktan geri durmuyoruz. Kayıp Zamanın İzinde’nin edebiliğinden aldığımız tadı, Kavgam’da da bulabiliyoruz.

 

Edebiyatın tadını sadelikten kuvvetli bir şekilde alıyor oluşumuz, elbette, Knausgaard’ın gündelik olanın rutinini anlatırken zamanın doğrusallığına asla bel bağlamıyor oluşundan kaynaklanıyor. Tam tersine zamanı bölüp parçalaması bir yandan öykü bütünlüğü sağlarken, diğer yandan okur için çok sayıda açık kapı bırakıyor. Kavgam, zamanı adeta bir yapısöküme uğratarak öyküsünü kurguluyor: Seriye çocukluğunu anlatarak başlıyor, oradan babasının ölümüne ve cenazesine atlayıveriyor. İkinci kitapta eşiyle nasıl tanıştığını, yaşamını nasıl değiştirdiğini, yeni bir yaşam kurmanın nasıl bir şey olduğunu anlatıyor. Üçüncü kitapta çocukluğunu, babasının despotluğunu, kendi ağlaklığını anlatıyor. Dördüncü kitapta ise ergenlik yıllarını aktarıyor. Kavgam’ın en güzel yanı, herhalde “Kitabın konusu ne?” sorusuna tek cümleyle cevap vermenin mümkün oluşu. Binlerce sayfalık basitliğin teşkil ettiği bu mümkünat, kendisini aşan, bambaşka bir bütünlük oluşturuyor. 

 

Dilin sıradanlığı, öykünün olağanlığı

 

Kavgam’ın bütünlüğünde büyük rol oynayan, iç içe geçmiş iki büyük etken olduğunu söyleyebiliriz: Dilin sıradanlığı ve rutinliği ile öykünün banalliği ve olağanlığı. Dilin basitliği bir okuma kolaylığı sağlayarak okurla bağ kurmayı kolaylaştırırken, öykünün olağanlığı da sözünü ettiğimiz kolaylığın zirveye ulaşmasında bir öncü görevi görüyor. Karl Ove’nin müstakbel eşiyle buluşması, çocukluğunda Geir’le bir tepeye tırmanması, kardeşiyle mutfağı temizlemesi neredeyse hepimizin yaşamında farklı vehçelere sahip olan, türlü karşılıklar bulan olayların, başka bir öznenin kimliğinde, sıradan bir dille bize anlatılışından başka bir şey değil. Okur, Knausgaard vasıtasıyla dilin karmaşıklığının aracılığına ihtiyaç duymaksızın kendisini bulabiliyor. Elbette bu rutin ve sıradan olma hali başlı başına bir gelişigüzelliği, rastlantısallığı ya da çalakalemliği –bir nevi edebi vasatlığı veya yoksunluğu– içinde barındırmıyor. Knausgaard, kitabın bazı yerlerinde kullandığı dili tekrar ederek, o dili gündelik rutinin tekdüzeliğiyle harmanlayarak roman boyunca akıcılığa engin bir yol açıyor. Tekrarın gücü, Kavgam’ın gücü haline geliyor: “İçimden bir ses çorabımı kaybettim diyordu bana. Çorabımı kaybettim. Çorabımı kaybettim. Kafamda bir tik tak sesi başlamıştı.” Bunun yanı sıra Knausgaard, nadiren de olsa birkaç kelimelik kısa cümlelerin arasına çok uzun ve ahenkli bir paragraf ekleyerek konuşma dilinin serbestliğine dayanan sıradan bir yenilikçiliği okurun yüzüne vuruyor.

 

Knausgaard banal dilini ustalıkla bir zenginliğe dönüştürüyor. Zaten Kavgam’ın ilk cildini bitirdikten sonra serinin devamını yazmanın ne kadar zor olduğunu açıkça itiraf ediyor. Serinin bitmek bilmeyecekmiş gibi gelen öyküsü, okur için, okudukça daha büyük ve çeşitli temalar oluşturan farklı motifleri gözler önüne seriyor. Karl Ove’nin şekerleri bir kız çocuğu tarafından gasp edildiğinde, yüzme kursunda annesinin çiçekli bonesini takmak zorunda kaldığında etrafındaki kişilerin ona yaşattığı anksiyetenin oluşturduğu bir kıvrım, bir kadın uğruna başka bir şehre göç ettiğinde, eşi Linda’yla birlikte olmadan önce yaşadığı anksiyeteyle beraber zamanın ötesine geçen bir örüntü oluşturuyor. Bu örüntünün içinde düşünüldüğünde Knausgaard’ın yaşama karşı farkındalığının ne kadar yüksek olduğunu görmek mümkün. Zaten bunu ağzından da kaçırıyor: “Artık insanlarla oturup sohbet edemiyordum, vaziyetin farkında olmak benim için çok ağırdı, beni vaziyetin dışına itiyordu.” Kim bilir, belki de Knausgaard, kitaptaki Karl Ove’nin bu farkındalığının ne derece katlanılmaz olduğunu anlatıyordur; bu yüzden sıradanlığa, basitliğe, olağanlığa, banalliğe bu kadar çok bel bağlıyordur.

 

İyisiyle, kötüsüyle Karl Ove üzerinden hayatın sıradanlığını ve sıkıcılığını, olağan akışında okumak ilk bakışta oldukça sancılı görünebilir. Oysa Knausgaard serinin ilk kitabının başında bunun tam tersini söylüyordu: “Kalp için hayat basittir: atabildiği kadar atar.” Knausgaard’a sıradanlığın rahiyasını tam da bu basitlik veriyor.

 


 

* Görsel: Güneş Engin

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.