

Hayaller ve düşünceler sonsuzluğa dair olabilir. Bir şeyi düşlemek ya da düşünmek sonsuz gelebilir. Oysa hayat, günlerimiz; hep sınırlı, hep sonlu. İnsan varoluşuna dair her şeyin bir sonu var. Mutlulukların, üzüntülerin, aşkların, tutkuların, alışkanlıkların, hayatın... Marcel Proust oldukça gençken yazdığı öykü kitabında en çok bunu söylüyor sanki: Günler biter, hazlar biter. Bir adam, kafasının içindeki bir kadını sonsuza dek sevebilir belki ya da sonsuz aşkını sayfalarca anlatabilir. Peki ya gerçek bir adamla gerçek bir kadının aşkı? “Sevmeye başladığımızda çoğunlukla –duyduğu aşkın sonsuzluğu hissine hatta yanılgısına sahip olan kalbimizin itirazına rağmen– öngörü ve tecrübelerimiz sayesinde biliriz ki şu anda tüm düşüncelerimizde yaşayan o kişi, gelecekte bizim için diğer insanlardan farksız olacak...”
Elbette tersi de doğru. Bir dostunun kaybıyla derinden sarsılan bir adam ya da bir hastalığın pençesinde kıvranan bir kadın artık sadece ve biteviye acı çekeceğini zanneder başlangıçta. Halbuki acı da biter, yas da, üzüntü de. Bir bakmışsınız geride bırakmışsınız, her şeyi delip geçtiğini zannettiğiniz ağrıyı duymaz olmuşsunuz. “Neşeden daha yüce olan üzüntü erdem kadar dayanıklı değil. Dün gece bizi, hayatımızın bütününü ve gerçekliğini samimi bir acımayla gözden geçirmemizi sağlayacak kadar yükseklere çıkaran o trajediyi, bu sabah unutuyoruz. Bir kadının ihanetini, bir dostun vefatını belki bir sene sonra unutuyoruz.”
(Görsel çalışma: Annika Finne)
Şaşıracak bir şey yok elbette, insan varoluşu değişim üstüne kurulu. İnsanı diğer canlılardan temel olarak ayıran, hatta üstün olduğumuzu iddia etmemize sebep olan da bu sonsuz dönüşüm; daha teknik dille söylersek, adaptasyon yeteneği. Milyonlarca yıldır birbirinden tamamen farklı iklim, coğrafya, beslenme, barınma koşullarına uyum sağlamayı başarıyoruz, hayatta kalmayı beceriyoruz. En dayanılmaz, en üzüntülü, etimizi en çok acıtan durumları bile geride bırakıp, “hayatımıza devam etmeyi”, hiçbir şey olmamışçasına günlük rutinimize dönmeyi, yeniden gülmeyi, sevmeyi, mutlu olmayı başarıyoruz. Ölenle ölmüyoruz, yitenle yitmiyoruz. Bazen, insanlığımız adına bir huzursuzluk, hatta yabancılaşma hissetsek de en büyük badireleri bile atlatıp kendimize çekidüzen vermekte üstümüze yok.
YAŞAMAKTANSA, HAYALİNİ KURMAK
Genç Proust'un hayata dair bu varoluşsal çıkmaza çözüm önerisi bugünün dünyasında oldukça romantik ve kitabi kalıyor: “Hayatı yaşamaktansa onun hayalini kurmak daha güzeldir.” Yazara göre insanı düşünmeye, üretmeye, erdemliliğe götürebilecek olan melankolik bir yalnızlıktır. Sanat, müzik, edebiyat, felsefe gibi gündelik varoluşumuzdan daha derin meşgaleler, daha yüksek ilgiler hep yalnızlıkla baş başayken vücut bulur. Ayrıca şehirden uzak ve doğaya yakınken... Dolayısıyla hayatı yaşamak, dönemin tabiriyle sosyeteye dahil olmak, insana hiçbir erdem katmayacağı gibi daha da kötüsü insanı içten içe eriten bir parazit, tüm zenginliğini tüketen bir illetten başka bir şey değildir.
Hazlar ve Günler'de şehir ışıklarına kendini kaptıran her kadın kaçınılmaz olarak Anna Karenina'nın bahtsızlığını tecrübe ediyor, her erkek Yevgeni Onegin'in sığlığına düşüyor. Yazara göre sosyeteye tanıtılan her parlak genç eninde sonunda yozlaşmaya, o içi boş kuklalardan birine dönüşmeye mahkum. Velhasıl gençliklerinin baharında toplum içinde boy göstermeye hevesli körpe zihinler ve bedenler çok kısa sürede masumiyetini ve zindeliğini yitiriyor; o kişiliksiz, ışıltısız, vıcık vıcık insan hamurunun içinde eriyip gidiyor. Hiçbir şeyle gerçek bir tutkuyla ilgilenmeyen; kumar, davetler, aşk maceraları, düellolarla günlerini geçiren; kendini gerçekleştirme potansiyelini yitirmiş, sayısız Turgenyev'in “lüzumsuz adam”ı.
“Ümit bir inanç meselesidir, onun saflığını kötüye kullandık ve onu öldürdük.” diyen Proust tüm öykülerde insana dair, insan ilişkilerine dair, toplum hayatına dair umutsuzluğunu dile getiriyor aslında. Sonsuz zannettiği tüm güçlü duyguların er ya da geç ölmesini kabullenemediği için, yaşamaktansa hayal kurmayı salık veren bir münzevi portresi çiziyor. Hiç haksız değil, insanın elini değdirdiği her şeyi yağmaladığı, tükettiği, en nazik tabirle bitirdiği düşünülürse. Bir zamanlar karalar sonsuz sanıyorduk, ayak basılmamış yer bırakmadık. Denizler sonsuz sanıyorduk, hepsini kat ettik, kirlettik, eksilttik. Daha sonsuz ne olabilir derken soluduğumuz havayı bile mahvettik. Sonsuz görünen her şeyi fethedince (ya da yitirince) geriye kalan, umutsuzluk ve Werther’in acıları...
Vıcık vıcık insan hamurunun içinde eriyip gitmeden orijinalleşemiyor bence insan...o deneyimi de yaşamak lazım! benden çok var, ben bir hiçim,benim ne farkım var sorularını sormak için hayata karışmak lazım. Yaşayarak öğrenmek gibisi yok...güzel, düşündürücü yazınız için teşekkürler.
Yeni yorum gönder