Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Carl Gustav, Simone De Beauvoir Ve Robert Musil'le Bir Buluşma - II




Toplam oy: 177
Aşırılık konusunda hemfikiriz anlaşılan. Yalnız siz konuşurken kahveniz epey soğudu Doktor Jung. Bu yüzden sizin için bir tane daha söyledim. Bay Musil, sizse epey şanslısınız. Kahvenize güneş vuruyor. Şu Portekizli Kadın hikâyesine devam edecek misiniz? Hem o sürede güneş kahvenizin üzerinden çekilir ve belki soğuk, karanlık, melankolik bir kahvenin tadında Ay’ın doğasını da tatmış olursunuz. Fena mı?

“Sonuçta gölgesiz bir güneş neye yarar ki? Tokmaksız bir çan gibi!”

 

(Carl Gustav Jung, piposunu indirir, yuvarlak çerçeveli gözlüklerini alnına yerleştirip tebessümle konuşmaya başlar.)

 

Hayatın içinde, kitaplarda, klinik tecrübelerimde “model” sayılabilecek birçok insanla karşılaştım. Dünya üzerinde gayet modern davranan fakat ruhlar dünyasında hâlâ birer mağara adamının çocuğu olan erkekler ve kadınlarla... Öyle ki bazıları gerçekten de kılığına girdikleri şey olduklarına inanmışlardı. Gerçek doğalarını gizlemek için tasarladıkları bir maskeyle tam anlamıyla özdeşleşmişlerdi. Dünyaya samimi bir yüz göstermek sahiden önemlidir dostlarım ancak maskenin ardında olup biten o “özel yaşam”ın yok sayıldıkça kendini daha çok dayattığına şahit oldum. Sizin düşünsel anlamda erkek ve kadın olarak yaklaştığınız meseleye, ben daha ziyade ruhsal açıdan yaklaşıyorum Madam Beauvoir. Bu yüzden onlara eril ve dişil doğanın farklı yüzleri diyorum. Yalnız bu iki doğayı birbirinden kesin sınırlarla ayırmak pek güç. Hiçbir erkek bütünüyle eril değildir, içinde onu inatçı bir gölge gibi takip eden kadınsı bir yan daha bulunur. Bunu “anima” (ruh) ile karşılayabiliriz. Anima, erkeğin iç dünyasındaki karanlık taraftır ve canlılık, esneklik, insanî nezaket o karanlıkta uyur. Kadının iç yaşantısında da durum hiç farklı değil. O da derinlerinde eril bir alana, bir animus’a sahiptir. Madam, iç dünyamıza uyum sağlayamamak, en az dış dünyadaki aptallık ve cehalet kadar ciddi sorunlar yaratan bir ihmaldir, inanın bana. Simya ilminde Güneş ve Ay yalnız göksel cisimler değildirler, onlar ruhanidirler. Güneş, bizdeki eril doğayı karşılar. Bu doğa, ne soğuk, ne gölge, ne ağırlık ne de melankoli bilir. Kısacası ışığın hafifliği vardır onda. Sizin de dediğiniz gibi, diktatörlerin, generallerin, yargıçların, memurların, yasaların, soyut ilkelerin hafifliği. Orada ağır olan gölge yani karanlık genelde eksiktir. İtibar kaygısıyla o gölgenin üstünden tam bir sükûnetle atlayıp geçeriz. Gölgelerin varlığından, yalnızca münzevi saatlerimizde korkarız dostlarım. Nietzsche’yi hatırlayın. Merhamete burun kıvıran ve Çirkin Adam’a (herkes gibi olan sıradan insana) karşı savaşan Nietzsche’nin Üst-İnsan’ını. Gölgesini göremezsiniz onun. Onda itibarı azaltan bir zayıflığa asla yer yoktur. Evet, “sonuçta gölgesiz bir güneş neye yarar ki?” diye soruyordu Kutsal Roma İmparatoru II. Rudolf’un doktoru ve aynı zamanda bir simyacı olan Michael Maier. Gölgesiz bir güneş neye yarar ki? “Tokmaksız bir çan gibi.” Eski inanışlara itibar eder misiniz bilmem? Bay Musil, siz biraz da olsa ilgilenirsiniz sanıyorum. Ya da ilgili olduğunuzdan haberiniz yoktur.

 

 

(Musil, Doktor Jung’u kısa bir tebessümle geçiştirir. Gözlerini yeniden Simone’un inci kolyesine çevirir ve dikkatle inceler. Bir bezelye tanesi gibi avuçta kolayca ezebilecek gibi duran fakat anlaşılmaz biçimde sağlam görünen inci tanelerini...)

 

Eski bir inanışa göre, Güneş sağ, Ay ise sol gözümüze tekabül eder. Böyle görürüz ışığı ve gölgeyi, hafif ve ağır olanı, derinde ve yüzeyde kalanı. Yeri gelmişken “Tek gözlü dev” hikâyesini de hatırlatacağım size dostlarım. Masalları boş yere anlatmayız. O tek gözlü dev, biziz. Çünkü ya güneşi gören gözümüzü ya da Ay’a bakan gözümüzü kör etmişizdir vaktinde.

 

Hep Güneş’ten bahsettik fakat Ay’ın doğası daha da ilginç. Biliyorsunuz o, her ay kararıp söner. Bazen hilal, bazen yeni ay, bazen dolunay şeklini alır. Bunu kimseden, kendinden bile saklayamaz. Ay’ın bu özelliğine ise “kadının doğaya yakınlığı” deriz işte. (Jung, piposuna biraz daha tütün yerleştirir ve devam eder.) Şimdi, lafı çok da uzatmadan, her ikisine de sahip varlıklar olarak içlerinden birini yok sayar, bir gözümüzü yumar ve yalnızca tekiyle özdeşleşirsek, tam olarak dediğiniz gibi Madam Beauvoir, dünyayı “aşırılık”la cezalandırmış olmaz mıyız?

(Kısa süren sessizliğin ardından Simone, aynı kıvrak üslubuyla yanıtlar.)
Aşırılık konusunda hemfikiriz anlaşılan. Yalnız siz konuşurken kahveniz epey soğudu Doktor Jung. Bu yüzden sizin için bir tane daha söyledim. Bay Musil, sizse epey şanslısınız. Kahvenize güneş vuruyor. Şu Portekizli Kadın hikâyesine devam edecek misiniz? Hem o sürede güneş kahvenizin üzerinden çekilir ve belki soğuk, karanlık, melankolik bir kahvenin tadında Ay’ın doğasını da tatmış olursunuz. Fena mı?
“Hâlâ her defasında hissediyordu, ruhunun ruhunu.”
Alınlarındaydı Kettenlerin gücü. Fakat alınlardan sessiz sedasız eylemler çıkar. Bizim Ketten Beyimiz de sabahları eyere atladığında, pes etmemenin mutluluğunu hissederdi her defasında. Ruhunun ruhunu hissederdi. Ancak akşamları eyerden indiğinde, yaşanan “aşırılığın” huysuz kasveti çökerdi üzerine. Hiç çaba göstermeden güzel bir şey, adını koyamadığı güzel bir şey olmamak için gün boyu çaba gösterirdi sanki. Uzun yıllardır savaştığı Piskopos, o sinsi herif, Ketten onu zor duruma düşürdüğünde Tanrı’ya dua edebilirdi oysa Ketten sadece yeşeren ekinlerin arasında dörtnala gidebilir, altındaki atın asi dalgalanmalarını hissedebilir, yalnız üzengilerle nezaket ve dostluk yaratabilirdi.
O güne dek Portekizli Kadın’a yani karısına sadece avdan, maceralardan, yaptığı şeylerden bahsetmişti. Karısının ona doğurduğu iki çocuğu da pek hatırlamıyordu. Fakat onlar uzakta savaşan ve ara sıra şatoya dönen babalarının şanıyla büyümüşlerdi. Nihayet düşmanı Piskopos ölmüş, her şey Ketten Beyi’nin lehine sonuçlanmıştı fakat atıyla evine dönerken Ketten’i bir sinek sokmuştu. Şatoya vardıklarında, zehirlenmiş Ketten ateşler içinde yanıyordu. Yanan geniş bir otluğu andıran bu ateş haftalarca sürdü. Ünlü hekim bile bir şey diyemedi, sadece Portekizli Kadın kapıya ve yatağa gizemli işaretler koydu. Günün birinde Ketten Beyi’nden geriye yumuşak, kızgın külle dolu bir kalıptan başka bir şey kalmayınca ateş aniden düşüverdi. Sanki varlığının bir parçası önden ölmüş ve bir gezgin kafilesi gibi dağılmıştı.
Oysa savaş kurnazlığı, siyasi yalanlar, öfke ve öldürmek daha bildik geliyordu Ketten’e. Eyleme eylemle karşılık verilir, piskopos altınlarına güvenir, kumandan ise aristokrasinin direniş gücüne; emirler açık seçiktir; elle tutulur, gün gibi ortadadır hayat, yana kaymış demir boyunluğun altına mızrağı saplamak, parmağını uzatıp bu şudur diyebilmek kadar basittir. Oysa öteki ay kadar yabancıdır.
Ketten Beyi bu ötekini gizli gizli seviyordu işte.

Son söz
Önce Simone ayrıldı masadan, ardından Jung. Ve en son Musil. Onlarla karşılaşmam yıllar önce, başka başka zamanlara rastlar. Hiçbirinin sözleri buradakilerle sınırlı değil. Fakat bu karşılaşmada, benim aracılığımla daha önce hiç duymadığınız şeyler söylediklerine şahit oldunuz. Ben de kendi bilincimizin evreninkiyle nasıl müşterek işlediğine, hemen her düşüncenin daha evvel düşünülmüş olanlarla birbirine tutunarak ilerlediğine yeniden şahit oldum. Hayatta olmayan insanların neler düşündüğünü tahmin edebilmek hiç zor değil. Yaşarken tam olarak neler düşündüğümüzü kendimiz de bilmiyoruz.
Olsun. Duyabilsek yeter. Kendinize ya da bir ötekine ay kadar yabancı mısınız? Yoksa gözünüz mü kamaşıyor her ikisinden? Düşüncenin hayatta kalma ısrarını duyduğunuz kadar, imgenin yaşamı iplik iplik dokuma arzusunu da duyuyor musunuz? Siz de duyuyor musunuz, yakından veya uzaktan, ruhunuzun ruhunu?

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.