Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

20. yüzyıl felsefe tarihi dersleri 2 - Aklın sorgulanmasına bağlanan insan hayatı...

Geçtiğimiz hafta, Christian Delacampagne’nin “20. Yüzyıl Felsefe Tarihi” adlı çalışması ekseninde felsefe tarihini İkinci Dünya Savaşı’na kadar getirmiştik. Bu hafta ise felsefe derslerimizi Auschwitz ve Soğuk Savaş etkisinde, sorgulanan aklın ışığında işlemeye devam ediyoruz. 

İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş dönemi... Savaş, tarihsel materyalizmi derinleştiren Yahudi filozof Walter Benjamin’i intihara, dönemin büyük filozofu Heidegger’i Nasyonal Sosyalistlerin arasına sürüklerken Carl Jaspers’a "Suçluluk Sorunu"nu kaleme aldıracak, Hannah Arendt’a ise modern totaliter devletlerin yapısını çözdürecektir. Leo Strauss da aynı anda aklın yeniden inşasını önerecektir bu noktada. Batı aklının ne zaman ve neden yoldan saptığı sorusunun cevabını ve sahici bir “eleştirel teoriyi” ortaya koyanlar ise Max Horkheimer ile Theodor Adorno  olacaktır... Ancak Auschwitz’i düşünmek, çöküşünün aynasına bakabilmek Batı medeniyeti için her şeye rağmen hiç de kolay değildir. Cürümün sebebini çözümlemeye çalışmak yerine hatırasını bastırmayı tercih eder Batı dünyası, kayıtsızlığa dayanan bir strateji benimser.  Bugün bile devamedegelen bu “yüzleşememezlik” durumu felsefeyi de etkiler elbette. Adorno “Estetik Kuramı” adlı yapıtını “Tarih yazımı olarak sanat, şayet biriktirilmiş acının hatırasından kurtulursa neye dönüşür?” sorusuyla bitirirken Auschwitz’in kapatıldığı karanlık odanın kapısı hala aralıktır...

İki büyük savaş aynı zamanda özgürlüğün filozofu Jean-Paul Sartre’ı doğuracaktır. “Sartre için özgürlüğün kendisi, özgürlüğü savunduğunu iddia eden ideolojilerden çok daha önemlidir.” Tam da bu yüzden siyasal açıdan sınıflandırılamaz bir filozofla karşı karşıya kalır Batı dünyası. İşte bu nedenle de onunla ilişkisi oldukça karmaşık olur. Sevenleri kadar sevmeyenleri de vardır filozofun. Sartre’ı hiç okumayanlar bile onu anlamaya, yargılamaya meylederler.

İkiye ayrılmış Avrupa için güvenlik ve barışın teminatı demek olan Soğuk Savaş, dünyanın geri kalanı için gerçek bir trajedi demektir aslında. Ancak “tüketim toplumuna” geçmiş Batı bu trajediyi anlayamayacaktır. “Auschwitz’i unutmak, Demir Perde’ye sırtını dönmek ve Üçüncü Dünya’nın gündelik dramına karşı kör olmak gibi üç başarıya imza atan filozoflar, sanki aklın eyleme faydası yokmuş veya felsefenin toplumsal düzene katacak bir şeyi yokmuş gibi davranacaklardır.” Kısacası dönemin felsefecilerinin düşünceleri ve yaşamları ışığında gelecekten ümidini kesmiş bir Avrupa tablosu ortaya çıkar. Filozoflar dünyayı etkileme kudretinden yoksun olduklarına inanmışlardır artık ve görevlerinin onu dönüştürmek değil, anlamak olduğu kanısına varırlar. Bu kanı iki felsefi hareketi doğurur: Yorum yoluyla modern kültürün yitik anlamını bulmayı öneren yorumbilgisi ve kültürün yapılarını analiz ederek sembolik süreçlerin işleyişini aydınlatmayı isteyen yapısalcılık. Lacan yapısalcılığın sınırlarını aşar; yapısal analizin psikanalizin yöntemine katılmasının, onun bilinçdışının, rüyaların ve semptomların ‘göstergesel’ ürünlerine uygulanmasının getirebileceklerini orta koyacaktır çünkü. Psikanaliz ve dilbilim arasında bir ayna oyunu başlar böylelikle. “Bilinçdışının dil gibi yapılanmış olduğunu kesinleştirir Lacan. Onun düşüncesi 20. yüzyıl içinde ve 21.yy’ın başlangıcında felsefeye metafiziğin “sonu”nun doğurduğu sonuçları hakkıyla üstlenebilecek bir yol açmaya çalışan düşünceler arasında en önemlilerinden biri olmayı” sürdürmektedir.

Foucault ve Derrida’ya gelince... Onlara esin veren şey, önemli noktalarda yapısalcılıktan ayrılır hep. Bu durum Derrida’da yapısalcılığı sorgulamaya kadar gelir. Foucoult ise yapısal araçlara çalışmalarında yer verse de onları kullanma tarzı yapısalcı metodolojinin olgusalcı bilgi anlayışını parçalamaya kadar varır. O, hakikat kavramını dahi yeniden sorgulayacaktır.  Foucault hakikatin bir tarihi olduğunu gösterir Batı medeniyetine Derrida ise Batı metafiziğinin kendi kendini yapıbozuma uğrattığını gözler.  

Bilimler ile felsefe arasındaki geleneksel zıtlığı aşmak ise Habermas’ın meselesidir. Ona göre “Muhafazakarlık ve konformizmin toplumsal ilerlemeyi engellemek için dayanak aldığı “karanlık taraf”ı, insan ilişkilerinde dile getirilemeyeni, analiz etmelidir felsefe.” Sosyal bilimlere yaklaşmalı ve Aydınlanma projesine yeni bir yön vermek için sosyal bilimlerin dilbilim, psikanaliz, sosyoloji gibi tüm kaynaklarını kullanmalıdır.

Habermas, Barthes, Deleuze, Rawls ve diğerleri... Günümüz felsefesinde merkezi bir yeri olan akılcılık ve görececilik arasındaki tartışmayı var ederler. Aklın sorgulanması günümüz toplumlarının bekası için hayati değerdedir aslında. Çünkü onun 20. yüzyıl boyunca maruz kaldığı çetin başarısızlıklar, emperyalizme ölçüsüz teslimiyete varan tüm sapmaları günümüz insanı için hayati meselelerdir. Bu anlamda felsefenin, felsefi düşüncenin varlığı insan varlığıyla özdeşleşir. Delacampagne’nin de belirttiği gibi “Tamamlanmamış muazzam bir katedral, kimsenin sonunu göremeyeceği bitimsiz bir inşaat olan felsefe, yine de bugün için, toplumlarımızın geleceğini inşa edeceği tek akılcı tartışma sahası olmayı sürdürüyor.”

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.