Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

70’lerin Türk Sineması e-kitap olsa!

Türk sinemasını çeşitli açılardan tahlil eden araştırma kitapları, az olmakla birlikte, ne mutlu ki literatürümüzde mevcut. Bu kitaplara şöyle kabaca bir baktığımızda Türk sinemasını kavramsal olarak ele alan, akımlar ekseninde inceleyen çalışmaların yanı sıra dönemsel olarak inceleyen kitapların göze çarptığını görürüz; bu dönemler içinde de 70’li yılların… Şimdi durup dururken 70’li yılların Türk sineması da nereden çıktı diyeceksiniz, açıklayayım. Öncelikle elimde 70’lerin sinemasına dair hazırlanmış şahane bir kitap mevcut. Ve bir de en büyük ivmesini 70’lerde kazanan Yeşilçam’a karşı bugün hala, hayranlıkla yergi arasında gidip gelmekten bıkmayan kültürel bir sarkaç… 

Aslında şaşırmamak gerekir zira, yetmişlerin Yeşilçam’ı demek Türk toplumunun sinemasal gözle kendi benlik bilincini oluşturmaya başlaması demek. “70’lerin Türk Sineması” adlı çalışmanın editörlerinden Zeynep Dadak’ın pek güzel ifadesiyle söyleyecek olursam, 1970’lerin Yeşilçam’ının en büyük özelliği, bugün belki de çok uzağında olduğumuz grift yapısıyla, hayatımızı, sinemayı ve en önemlisi “biz” algımızı kökünden değiştirmiş olmasıdır. Şöyle ki, “iki darbe arasındaki bu on yıl, Türkiye’de en fazla sayıda filmin üretildiği dönemdir. Ülkenin genelinde hakim olan baskı rejiminden ve kolektif huzursuzluktan, sinema aracılığıyla ideal bir ulusal bilinç yaratma arzusuna, ağaların zorbalığıyla modernitenin tuzakları arasında sıkışıp kalan kırsalın ahvalinden, içgöçlerle değişen şehir yaşamına, cüretkar bir değişim inancından, şiddetli hayal kırıklıklarına uzanan yıllardır 70’ler.” Toplumun tüm bu sıkıntılarının, tüm eğilimlerinin bir aynası olmayı başarır bu yıllarda sinema. Türklük bilincinden hareket eden “Kara Murat” serisi de, Yılmaz Güney’in “Arkadaş”, “Umut” gibi politik sinemanın altını çizen filmleri de, Ertem Eğilmez’in “Hababam Sınıfı”, “Mavi Boncuk”, “Neşeli Günler” gibi aile komedileri de, Lütfi Akad’ın Orhan Gencebay’a çektiği politik arabesk “Bir Teselli Ver”i, “Gelin”, “Düğün” ve “Diyet”tten mürekkep o meşhur Göç Üçlemesi de ve hatta erotik film furyası da bu döneme aittir. 

Bu şekilde bakınca sinemasal açıdan bir tür kültürel mucize gibi bu dönem. Film sektörü her anlamda bir arayış içinde ve bu arayışın ürünlerini ardı ardına topluma veriyor. Sözgelimi,  gecekondu sorunuyla baş etmeye çalışan, moderniteyle gelenekler arasında sıkışmış fakir ama mutlu insanlara dair aile filmleri, çıkış yolunun naif bir şekilde birlikte olmaktan, aile olmaktan geçtiğinin altını çizerken, bu ekolün içinden gelen Kemal Sunal “bu iyi niyetli kolektif yaşam hayalinin yine iyi niyetli bir eleştirisini” getirebiliyor aynı zamanda. Kimi filmler Türklüğü, moderniteyi, batılılaşma gibi ana akım ulusal idealleri benimserken kimi filmler cesurca, dürüstçe bu kavramların kırılganlığıyla, çelişkileriyle, toplum üzerinde yarattıkları baskıyla yüzleşebiliyor.

 “Çelişkili birliktelikler ve değişim hayalleriyle yüklü”ydü 70’ler.Ve kimilerine göre Türk sinema tarihini değiştiren film olarak anılan “Umut”un da bu dönemde ortaya çıkması hiç de şaşırtıcı değildi. Bu sebeplerden olsa gerek Zeynep Dadak ve Berke Göl’ün editörlüğünü yaptığı çalışmanın ele aldığı ilk film “Umut”. Yılmaz Güney’in çirkin krallıktan çıkarak bir sanat ve politika alanı olarak sinemaya geçişinin de ilk örneklerinden biri olan “Umut”u Zahit Atam değerlendirmiş. Güney’in bir yönetmen ve oyuncu olarak yalın gerçekçilik ile muhalif kimlik arasında kendine bir yer edinme çabalarıyla sansüre karşı verilen mücadele ekseninde filmin “Doğu bilgeliğiyle Batı gerçekçiliği, Doğu sabrıyla statükonun acımasızlığını birleştirerek dünyada nasıl büyük çapta bir yankı uyandırdığını” anlatıyor Atam. “Umut”’un yoksunluklar içinden çıkarak Üçüncü Dünya’nın en önemli filmlerinden biri haline geliş hikayesinden alacağımız bugün hala son derece anlamlı dersler olduğunu gösteriyor.

Ömer Kavur’un 1979 tarihli filmi Yusuf ile Kenan’ın bir okumasını yapan Gülengül Altıntaş ise bu film ekseninde yetmişler boyunca serpilen toplumsal gerçekçi sinemanın silinip gidiş sebeplerini kurcalıyor. “Yusuf ile Kenan”ın Kavur’un en sevilen filmlerinden biri olmasının temelinde, 80 darbesinden birkaç ay önce, yani yenilgiden hemen önce çekilmesini ve “devrimci umudun direndiği filmlerden biri olmasını”, buluyor. 

“70’lerin Türk Sineması”nda ele alınan filmler içinde bir parantez de Bilge Olgaç için açmak istiyorum. Sinemamızın en üretken ve en kendine özgü duruşuna sahip kadın yönetmenlerinden Bilge Olgaç’ın 1970 tarihli “Linç” filmini, Selen Doğan kaleme almış. Doğan, sıradan bir mahkumun sıradışı bir antikahramana dönüşümünün hikayesini anlatan “Linç”te, kadın kamerasından erkekliğin ve erkekliğin en kaba hatlarıyla cinnetinin nasıl göründüğünün bir okumasını yapmış. Tabii bir de, 70’li yıllarda bir kadın yönetmen olarak verilen cesur ve samimi mücadelenin, bu mücadele karşılığında hak edilmeyen, trajik bir ölümün, okumasını…

“70’lerin Türk Sineması”nda bu dönemi temsil ettiği düşünülen 20 film masaya yatırılmış. Hepsini burada tek tek anlatmam mümkün değil, ama size tavsiyem son zamanların öne çıkan sinema yazarlarından Senem Aytaç’ın kaleminden Atıf Yılmaz’ın Selvi Boylum Al Yazmalım’ını, Övgü Gökçe’den Süreyya Duru’nun “Kara Çarşaflı Gelin”ini, Serazer Pekerman’dan Tunç Okan’ın “Otobüs”ünü, Şenay Aydemir’den Osman F. Seden’in “Batsın Bu Dünya”sını okumadan geçmemeniz.

Bu arada okumak demişken, “70’lerin Türk Sineması” 47. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali yayını, yani ne yazık ki öyle her yerde bulabileceğimiz kitaplardan değil. Böyle durumlarda keşke diyorum, her şey bir yana bu türden önemli kültürel inceleme kitaplarının e-kitap olarak basılma imkanı olsa….   

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.