Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Amerika’nın gerçek tarihi: Amerikan yerlilerinin Avrupa’yı keşfi!

Ronald Wright
Versus Kitap Yayınları

Amerika nasıl ele geçirildi? Resmi tarihler, İspanyollar kıtaya ayak basmadan önce burada küçük kabileler halinde yaşayan bir takım ilkel insanların yaşadıklarına dolayısıyla medeniyeti Avrupa’dan buraya taşıyanların kolaylıkla kıtaya girdiklerine hatta “yerliler” tarafından tanrı zannedildiklerine, tapıldıklarına dairdir. Bunun koca bir yalan olduğunu elbette hepimiz biliyoruz, fakat doğrusunu bildiğimiz de söylenemez. Amerikalılar yurtlarını nasıl kaybettiler, hangi şartlar onları buna zorladı, üç beş hazine meraklısı çapulcu nasıl olup da medeniyetlerini yıktı? “Çalıntı Kıtalar” işte bu soruların cevaplarına dair yazılmış bir tarih kitabı. Bize bellettirilmiş tarihi de, tarih algısını da değiştiren önemli, son derece sarsıcı bir çalışma. Sistemli bir biçimde yüceleştirdiğimiz batı “uygarlığı”nın mütecaviz, çalıntı yüzünü gösteren, ipliğini pazara çıkaran “Çalıntı Kıtalar”, bir yandan da gerçek uygarlığın, gerçek demokrasinin ve en önemlisi bireyin özgürlüğünün önemini gerçek anlamda kavramış kültürlerin yok edilişine dair de son derece hazin bir hikaye anlatıyor bizlere. Gerçekler öyle acı ki, soğukkanlı bir dille, bilimsel bir tarafsızlıkla aktarılan bu tarih kitabını okumak için çelik gibi bir sinir sistemine sahip olmanız gerekiyor. Zira biliyoruz ki gerçek Amerikalılara yani sözde “yeni dünyalılara” yapılanlar, biz “üçüncü dünya ülkesi insanları”na yapılanların da bir başka türlüsü. Bu kitabı okurken, yapılanları hem insan olarak yüreğiniz kaldırmıyor sözün kısası, hem de mağdurlarla özdeşim kurmakta hiç zorluk çekmiyorsunuz.         

Gelelim Amerika’nın gerçek hikayesine... Eduardo Galeano’ya göre bu hikaye Amerikalılar’ın Avrupalılar’ı, Avrupa uygarlığı dediğimiz şeyi keşfetmelerinin hikayesi aslında! Ronald Wright’ın kaleme aldığı ve uzun süre uluslararası çoksatar listelerinin tepesinden inmeyen “Çalıntı Kıtalar” üç ana bölüme ayrılmış: “İşgal”, “Direniş” ve “Yeniden Doğuş”. Her bölümde Amerika’nın beş büyük halkının, İnkalar’ın, Aztekler’in, Mayalar’ın, Çerokiler’in ve İrokualar’ın hikayesine ayrı ayrı odaklanıyor Wright.

Baskın basanındır!

Bir gün tuhaf görünümlü kılıksız birileri kapınızı çalıp, kendinize ait evinizi hiç tanımadığınız birinin izniyle ele geçirmeye geldiklerini söyleyerek zorluk çıkarmamanızı emretseydi ne yapardınız? Böyle bir durum karşısında gösterilecek üç tepki vardır: Bir yanlış anlaşılma var herhalde diyerek, yabancıları içeri buyur edip anlaşmazlığı çözmek, karşınıza çıkanları hiç dikkate almadan gülüp geçmek ve şiddetli tepki göstererek haddini bilmezlere hadlerini bildirmek. Verdiğiniz tepki hem sizin karakterinize hem de o günün şartlarına dair bir fikir verirdi ister istemez. İşte, Papa’nın emriyle ülkelerine gelip bu topraklara sahip olduklarını söyleyen bir takım gülünç kılıklı adamlara karşı Amerikalılar bu üç tepkiyi de duruma göre göstermişlerdi. Ancak sonuç tuhaf biçimde aynı olmuştu: Kocaman bir kaybediş. Beş yüz yıla yayılan bu büyük kaybedişin sebebini anlamak için her bir halkın tarihini ve İspanyollar kapılarını çaldıklarında hangi konumda olduklarını tek tek anlatıyor Wright. Öncelikle Amerika’nın asıl sahiplerinin dağınık bir biçimde yaşayan küçük ilkel kabilelerden oluşmadığını anlıyoruz. Kimi Aztekler ve İnkalar gibi ticareti, kültürü son derece gelişmiş merkezi imparatorluklardır, kimi de Mayalar ya da İrokualar gibi dağınık yaşayan ancak bir tür birleşmiş milletler diyebileceğimiz komitelerle yönetilen, demokratik, bireysel özgürlüğe sahip uluslardır. Bu ulusların Kolomb-öncesine dair Wrigth’ın anlattıkları gerçekten büyüleyici; Avrupa’nın bugün bile hala peşinden koştuğu uygarlığa, yönetim anlayışına sahip; göllerle, nehirlerle, toprakla kısacası doğayla ve insanla uyumu esas alan; hakların eşit paylaşımını sağlamak amaçlı bir iktidar anlayışıyla yönetilen halklar... Ancak amaç farklı uygarlıkları değil de “altın”ı keşfetmek olunca, Amerikan halkı Avrupalı barbarların ayakları altında kalır. Barış anlaşması yapmaya silahlarıyla gelerek, kendileri için düzenlenen şölenlerde önüne geleni öldürüp, karşılarındaki toplulukların soylularını yok ederek, yalan söyleyerek, hazine avcılığı uğruna tapınaklardan, saraylardan çaldıkları sanat eserlerini eritip külçe altına dönüştürerek, tüm yazılı belgeleri din adına yakarak ilerler Avrupalılar. Bu ilerleyişte çok güçlü bir destekçileri vardır üstelik: Çiçek hastalığı. Amerika kıtasının tanımadığı, hiçbir bağışıklık geliştiremediği bu hastalık, kıtanın yarıdan fazlasını öldürür. Öyle ki İngilizler ve İspanyollar vardıkları yerde hastalığın kırıp geçirdiği, krallar ve tüm varislerin çoktan ortadan kalktığı yarı hayalet ülkeler bulurlar kimi zaman. Ve böylelikle “İşgal” başlamış olur...

Dan Brown’un “kayıp sembolü” nerede bulundu?

Peki Amerikalılar Avrupalılar tarafından sistemli bir şekilde yok edilirken karşılarındaki toplulukları hiç mi etkilemediler? Amerika’dan Avrupa’ya hiç mi bir şeyler geçmedi? Ne olursa olsun bugün kıtada varlıklarını sürdüren, asimilasyona direnen, hatta kendi dillerini konuşan milyonlarca “yerli” mevcut. “Çalıntı Kıtalar”ın “Direniş” ve “Yeniden Doğuş” bölümlerini bugün kıtada varlıklarını sürdürmeye ve haklarını almaya çalışan halkların direnişine ayırmış Wright. Ama sadece bu değil. Amerika’nın gerçek sahiplerinin günümüz uygarlığına nasıl etki ettiğini de gözler önüne seriyor bu bölümler. Özellikle İrokualar’ın yönetim anlayışının ABD’nin kuruluşuna nasıl bir temel oluşturduğunu, hatta bu devletin simgesel diline bile nasıl hakim olduklarını göstermesi bakımından son derece dikkat çekici başlıklara sahip “Çalıntı Kıtalar”. Kitabın, Dan Brown’un “Kayıp Sembol”ündeki bazı şifrelerin neden çözülmediğini bile gösterir nitelikte olduğunu söyleyeyim. Anlaşılıyor ki Brown cevapları yanlış yerde arıyor: Yarım kalmış piramit, kartal simgesi, kartalın pençesinde taşıdıklarının alamet-i farikası ne Mısır’da ne de Yunan’da; tam ayak bastığı yerin üzerinde, İrokualar’la Çerokiler’in çok da uzak olmayan tarihinde yatıyor.

“Çalıntı Kıtalar”, bir “karşı tarih” kitabı. Tarihin, tarih anlayışının nasıl elden gittiğine dair bir çalışma. Ve en önemlisi Avrupa kökenli Amerika’nın, “yerli”lerin dramını anlatan filmlerle aklanamayacağını, yapılan hataları düzeltmek adına çok daha büyük, gerçek adımlar atılması gerektiğinin sarsıcı bir göstergesi. 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.