Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Ateşin karanlık tarihi

Ateş yalancı bir ışık ve ısı yayar çevresine, karanlığa gebedir her kıvılcımı, tıpkı güç gibi, tıpkı iktidar gibi. Tutuşturanın eline öyle bir güç verir ki ateş, o elin her daim karanlıkta olduğunu, karanlıktan çıkıp geldiğini unutturur. Susulur hep ateşin karşısında , çıt çıkmaz kimseden, göz gözü görmez, göz bir tek ateşi görür. İçinin yangınına bakar gibi bakılır ona, ardında bırakacağı karanlığı, içe düşüreceği siyahlığı perdeler gibi yanar ateş. Ağaçlar yanar, onların gövdesine yazılmış kitaplar yanar, kitapların ev sahibi kütüphaneler yanar, kitapları yazanlar yanar sonra ve okuyanlar yanar.

 

 

 

 

 

 

Bugün… Bugün, günlerden Uğur Mumcu’yu yakalı 20 yıl; Galatasaray Üniversitesi’ni ve onun içinde Uğur Mumcu’nun kitaplarının da olduğu kütüphanesini yakalı 2 gün oldu. Bugün ateş ve karanlıktayız, bugün ateşiz hala ve karanlığız. Ateşin ardında bıraktığı karanlığı görmemek için arka arkaya ateşler yakıyoruz, yangının ışığından medet ummaktan başka çaremiz yokmuş gibi, yakıyoruz. Bugün, bu topraklarda okumadıkları, yazamadıkları, yaşamadıkları için içi yananlar, sayalım bir, kaç kişiyiz? Soralım bir, çok olduğumuz için mi yanıyoruz, yoksa az olduğumuz için mi yakılıyoruz?

 

 

 

1940 ile 1945 yılları arasında Alman ordularına eşlik eden Hitler’in ilk işbirlikçisi Alfred Rosenberg’in birimleri, Paris’den Amsterdam’a, Roma’dan Selanik’e kadar öyle çok şehirde öyle çok kütüphaneyi yakıp yıkar, yağmalar ki, o yıllarda Varşova’da bir Yahudi okulunun müdürü, bu talana dair günlüğüne şunları not eder: “Çok kültürlü bir ulustan, ‘Kitap Halkı’ndan bahsediyoruz. Almanya tımarhaneye döndü. Ne derseniz deyin, böyle insanlardan korkarım! Yağmalamanın bir ideolojiye, esas olarak ruhani olan bir dünya görüşüne dayandırıldığı yerde, güç ve metanet eşit olamaz. Böyle bir ulus yok olamaz. Naziler sadece maddi eşyalarımızı değil, aynı zamanda ‘Kitap Halkı’ olarak iyi itibarımızı da çalmıştır.”

 

 

 

 

 

 

 

 

Dünyayı, hayatı, insanları ikiliklere sıkıştırmaktan, ikiliklere boğmaktan oldum olası hoşlanmam ancak gelin görün ki, "kitap halkı" tamlaması yer ediyor içime. Ancak bu halktan olmayanlar yakarmış gibi geliyor kitapları, yazanları ve onları okuyanları. Ezeli ve ebedi bir savaş bu. Babil İmparatorluğu Asur’a girdiğinde -daha ortada bizim bildiğimiz anlamda kitaplar yokken yani- çiviyazısı tabletleri kırmakla başlıyor işe. Mezopotamya’da çiviyazısı okur-yazarlığını tarihe gömüyor böylelikle, iki bin yıl sürecek bir karanlık yaratıyor. 900 bin cilt el yazmasını, insanlığın taştan, topraktan, yerden ve gökten çıkarıp yarattığı pagan kültürünü yakıyor Hıristiyanlık, İskenderiye Kütüphanesi’yle birlikte. 1526 yılında Belgrat’a giren Osmanlı ordusu, kraliyet kütüphanesini yağmalamaktan geri durmuyor. Naziler, Avrupa’nın kütüphaneleri üzerinden geçerken, yüz yıllara dayanan birikimi de çarpıtıp, çiğniyorlar ayaklarının altında.

 

 

 

 

 

 

 

Kayıp kütüphanelerin tarihinde yavaş yavaş yaklaşalım bugüne. 1992’de, Saraybosna’daki Ulusal Üniversite Kütüphanesi’ni bombalamıştı Sırp ordusu. Üç gün boyunca yanmıştı kütüphane.  Basılı ve el yazması, bir milyondan fazla kitap tahrip edildi, 155 bini nadir basma ve yazma eserden oluşan 1.5 milyon ciltlik bir koleksiyon yok olup gitti. 2003 yılında küle dönen Bağdat kütüphanesinin izleri de taze hala hafızalarımızda. Irak’a giren Amerika Bağdat kütüphanesini küle çevirmek için sadece iki gün bekleyebilmişti.

 

 

 

Kayıp kütüphanelerin tarihi, kitaplar yandıkça azalan "kitap halkı"nın tarihi. Bu halktan olmayanlar; sizin ateşiniz kutlu, karanlığınız mutlak olsun! Olsun ki, Varşovalı okul müdürünün de dediği gibi, kitap halkının yok olmayacağını göremesin gözleriniz…

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.