Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Bırakalım İstanbul kendi efsanesini yazsın!

Mustafa Duman
Heyamola Yayınları

Yalılarda yaşayan kadınlar sepetlerini pencerelerden denize sarkıtarak balıkla doldurur, Beşiktaş ile Ortaköy göz alabildiğine çilek tarlalarından geçilmez, Hamiyet Yüceses Tepebaşı’ndan okudu mu Kadıköyü’nden duyulurmuş... Beyoğlu’na malum, en şık kıyafetlerle çıkmak adeta bir kuralken, Ada iskelelerinde dolaşan bekçiler, kılıksız, meczup görünenleri ilk vapurla geri gönderir, ahalinin çehresini de, keyfini de kollarlarmış... Unlar Unkapanı’ndan, yağlar Yağkapanı’ndan, ballar Balkapanı’ndan gelir ve şehirdeki istisnasız bütün sokaklar denize çıkarken, her işin bir yeri, zamanı, her şeyin bir yaraşığı varmış... İyi yüzücü demek, Boğaz’daki akıntıları iyi bilen demekken ve hemen her kıyıdan rahatça denize girilirken, halkı Adasından Modasına hemen her semtinde kapılarını kilitleyerek yatmak nedir bilmeyenmiş... Zaman şehri mimariye göre değil, düşüncelere göre semt semt ayırıp hepsini tek bir hisle birleştirirken, erguvan mevsimi ilkyazı, Yahya Kemal’in “geçmiş yazlar”ı ise sonbahar yağmurlarını beklermiş... İşte böyle bir İstanbul, belki Bizans’la Osmanlı arasında, ikisinin birbirine tam olarak karıştığı noktada, belki genç Cumhuriyet’in en kendini beğenmiş anında,  kim bilir belki de tam onu bu şekilde düşlediğimiz şimdiki zamanda... Böyle bir İstanbul, gerçekten hiç var olmuş mu, yoksa oradan oraya durmaksızın koşuşturmaktan, didinmekten yarı delirmiş, nevrotik cümle İstanbullu ortak bir bilinçle hepsini uyduruyor mu?  

Camilerinin önüne asılı elektronik panolardan durmaksızın akan Kuran ayetleri, geleceğin en siber aleminden seslenirken yüreğimizin ta içine, işte tam bu sırada bitmek bilmeyen bir dolmuş kuyruğuna takılı kalmışsa bedeniniz, yahut bir arabanın içinde, aynı şeritte ömür sayarken, içinde yaşadığımız şehre dair bir efsane mi uydurmaktayız, gelecek günlere bağlanabilmek için... Şehir elbette, içinde yaşayanların kurgusu, şehrin efsanesi ise adı üstünde efsane, nereden geldiği bilinmeyen. İstanbullu görünenin ardındakinin derdine düşen, işbu türden kurguların batağına saplanıp İstanbul’u sinematografik bir edebiyat yatağına çevirendir belki de, kim bilir...

Kurgusu dışında hiçbir şeyi meşhur değildir İstanbul’un, ki efsanesi de tam buradan gelir. Bunun aksini kanıtlamaya çalışırsanız eğer, şehir sizi tanımaz oluverir, kültürel kodların en dışında bulursunuz kendinizi, kimliğinizin hangi vakit buharlaşıp uçtuğunu, görünmez olduğunuzu anlayamaz, şaşarsınız. Efsane, sizi yutuvermiştir işte, kurguysa devam etmektedir... İşte elimde efsanenin yutmaya meylettiği bir kitap olduğu halde düşünüyorum bütün bunları: Dr. Mustafa Duman’ın kaleme aldığı “İstanbul Efsaneleri”yle, şehrin efsanesini düşünüyor, bu kitabı okuyacak İstanbullu bilincinin ne kadar zedelenebileceğini kestirmeye çalışıyorum.

 “İstanbul Efsaneleri”, her şeyiyle hayal kırıklığı yaratan bir çalışma; diliyle de, anlatımıyla da, içeriği ve hatta tasarımıyla da... “İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti” damgasını taşıması ise hayal kırıklığımı arttırır nitelikte.
Efsane, şüphesiz ikircikli bir kavram, hele ki an be an kendi kişisel tarihiyle birlikte şehrin de efsanesini yazıp duran İstanbullular söz konusuysa. Boğaziçi efsaneleri, Ayasofya efsaneleri, İstanbul’un kuruluş efsaneleri, padişah efsaneleri, İstanbul tılsımlarının efsaneleri, Kız kulesi efsaneleri, İstanbul’un velileri ve delilerine dair efsaneler... İşte bu minvalde bölümlere ayrılmış “İstanbul Efsaneleri”. Bu son derece ilgi çekici, göze büyülü gelen başlıkların altında ne yazık ki, aradığımız büyüden eser yok. Kitabın ilk sayfasından son sayfasına kadar bir okur olarak, Mustafa Duman sanki bu çalışma için bir taslak hazırlamış ve üzerinde çalışılmadan bu taslak yayımlanmış kanaatine varıyoruz. 

 “Unutmayalım ki, İstanbul gibi, kültürel mirası zengin kentler, yalnızca arkeolojik kalıntılarıyla değil, tüm kültür varlıklarıyla yaşatılmalıdır. İstanbul’un velileri de, halk arasında velileri kadar tanınan ve sevilen delileri de kültür mirasımızdır. Onları unutmamalıyız.”  Duman’ın bu sözleri son derece doğru, ona kimse karşı çıkamaz elbette ama kitap boyunca anlatılan efsanelerin bir yerlerine yerleştirilmiş mesaj içerikli bu tür cümleler hem okurun dikkatini dağıtıp sıkarken hem de zaten bu amaçla hazırlanmış çalışmanın değerini düşürüyor, yersiz kaçıyor. Dediğim gibi bir türlü efsanelerin büyüsüne giremiyorsunuz.

Daha önce pek çok araştırmaya imza atmış bir isim olan Dr. Mustafa Duman’ın kaleme aldığı efsanelerin bir eksiği de yazılanların tam olarak hikayeleştirilmemesi. Yani, oldukça zengin bir kaynakça taraması yapılarak hazırlanmış olsa da, zaten bir kaynak kitap niteliği taşımayan bu derlemeyi okurken ne tam olarak bilgilenebiliyorsunuz ne de aklınızda ve ruhunuzda gizemlerle dolu bir efsanenin kapıları açılıyor. Dolayısıyla da siz şehre dair kendi kişisel hikayenizi yazmaya devam ederken şehir de bir yerlerde durmaksızın efsanevi kurgusunu üretiyor... Onu derinden kavrayıp yaşayacakları bekliyor...

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.