Cumhuriyetin Osmanlı tarihini keşfi son sürat devam ediyor… Çılgın bütçeli filmler, olay yaratan diziler, yıldızlaşan Osmanlı tarihçilerinin çalışmaları, onların tarihe getirdikleri yeni yorumlar ve elbette romanlarla Osmanlı İmparatorluğu’nu keşfetmekle, cılkını çıkarma kıvamı arası bir yerlerdeyiz şimdilik.
Bir milletin kimliğini arama çabasında cehaletle, önyargıyla, körü körünelikle mücadelesi… Tarih geçmişte yaşananlar mıdır, yoksa tarihçilerin anlattıkları mıdır, sorusunu geçeli çok oldu. Artık bizim için tarih popüler kültür ürünlerinin kullanımına açılmış bir engin alandır…
Yukarıda sözünü ettiğim keşif çabasına eklenen bir roman da Ahmet Ümit’ten geliyor: Sultanı Öldürmek. Türk polisiye türünün tartışmasız en popüler ve üretken yazarlarından Ahmet Ümit bu defa gündemin en popüler konularından biri olan Fatih Sultan Mehmet dönemini, İstanbul’un fethini alıp polisiye bir kurguya davet ediyor. Hal böyle olunca; yani fetih, cinayet, kültür ve siyaset dörtgeninde son derece davetkar bir roman bizi bekliyor.
Doğruya doğru, Ahmet Ümit popüler evet ama okurunu da genellikle hiç mi hiç üzmeyen bir yazar. Sultanı Öldürmek'te de diyebilirim ki bu durum hiç değişmemiş. Zaman zaman sarkıp ağdalansa da “katil kim” sorusu peşinden koşturuyor bizi hikayesinin sonuna kadar, bir yandan da tam anlamıyla bir Cumhuriyet çocuğu olan kahramanı Osmanlı tarihçisi Müştak Serhazin aracılığıyla toplumun yıkılan değerlerini ve Osmanlı’nın en ilgi çekici dönemlerinden birini kurcalıyor.
“Biri, sizi cinayet işlemekle suçladığında deliller bulur, tanıklar gösterir, bunun bir iftira olduğunu kanıtlamaya çalışırsınız, ama sizi itham eden kişi, bizzat kendinizseniz, ne yaparsınız?”
İşte böyle başlıyor Sultanı Öldürmek ve bu sorunun ekseninde şekilleniyor. Osmanlı tarihçisi Müştak Serhazin, iyiden iyiye yaşlanmaya yüz tutmuş, çoktan eskilerde kalmış ahlak ve değer yargılarına sahip, bu nedenle kendisini toplum dışı hisseden titiz mi titiz bir adam. Bir hayli de takıntılı. Onu tam yirmi bir yıl önce terk etmiş olan sevgilisi Nüzhet’in aşkına hala körü körüne bağlı. Oysa Nüzhet Müştak’ı terk edip yıllar önce Amerika’ya yerleşmiş, dünyaca ünlü bir Osmanlı tarihçisi, üstelik o gün bugündür de Müştak’ı bir kez olsun aramamış. Ancak tam yirmi bir yıl sonra çalıyor işte Müştak Serhazin’in telefonu ve hayatının aşkı olan kadın onu evine yemeğe davet ediyor hiçbir şey olmamış gibi... Ayrılığın üzüntüsü ve acısıyla tıpta psikojenik füg denen bir hastalığa tutulmuş kahramanımız. Yani bazı zamanlarda bilinci tamamen kayboluyor, geriye geldiğindeyse o anlarda neler olduğu kocaman bir muamma… Kendisini Nüzhet’in evinde, Nüzhet’in cesedinin önünde bulan Müştak Serhazin, doğal olarak hayatının büyük aşkını öldürdüğüne kani oluyor. Bundan sonrası Osmanlı tarihinin derinliklerine yapılan bir tür psikolojik yolculuk.
Baba-oğul ve kardeş katilliği üzerinden ölüm ve iktidar duygusunu sorguluyor Ahmet Ümit. Müştak Serhazin, şizofreniye yakın bir bölünmeyle hiç mi hiç sevmediği babasının ve içindeki kötü Müştak’ın sesleri eşliğinde yumuşak ve alelade bir insanın nasıl katil olabileceğini kurcalıyor. Ancak bu cinayette katil olmak için tek aday o değil. Nüzhet’in paragöz yeğeni Sezgin ve bu tarih profesörü kadının çalışmalarından hoşlanmayan bir avuç tarihçi de söz konusu.
Nüzhet’in ölmeden önce Fatih Sultan Mehmet’in babası ve oğulları arasındaki ilişkiyi sorguladığını, Fatih’in babası II.Murat’ın zehirlenerek öldüğünü kanıtlamaya çalıştığını öğreniyor Müştak. Hal böyle olunca tarihi bir tür yorumbilim olarak kabul eden ve bu türden yorumların halkın kutsal kabul ettiği bir takım tarihi kişilere yöneltilmemesi gerektiğini düşünenlerin öfkesini üzerine çektiğini anlıyor Müştak. Ve Nüzhet’in bu öfkeyi çekebilecek ne gibi bir araştırmanın peşinde olduğunu çözmeye çalışıyor. O, Nüzhet’in çalışmasının üzerine giderken bizim de gözlerimizin önüne Fatih Sultan Mehmet döneminin tüm tartışmalı olayları seriliyor bir bir.
Hikaye boyunca edebiyatı parçalayan, haydi doğrusunu söyleyeyim, edebiyatı mahveden o yazar düşüncesinin sık sık araya girmesini engelleyemese de sağduyusu ağır basan bir yazar Ahmet Ümit. Sözgelimi İskender Pala gibi tarihi cinsiyetçi-sünni bakış açısıyla yeniden yaratmaya yeltenmiyor mesela. Daha tarafsız, daha samimi ama yine de olayların akışını bir anda durdurup düşüncelerini bize aktarmadan edemiyor. Oysa kurgusu, yarattığı karakterler ve atmosfer bu derece kuvvetli, hikayesi de düşüncelerini aktarmada bu kadar yeterliyken. Üstelik hikayenin ritmini aksatan şey de bu aktarmalardan kaynaklanıyor.
Polisiye romanların sonlarına değinmemek adettendir ama son bir söz olarak hikayenin çözümünde roman boyunca bizi içine çeken Fatih dönemiyle ilgili bir takım kritik muammaların yazar tarafından oldukça üstünkörü bırakıldığını görüyoruz, diyebilirim. Ahmet Ümit elbette tarihçilerin çözemediği bir takım soruların cevaplarını bir polisiye roman yazarı olarak verecek değil. Ama katilin kim olduğunu bulmak değilse de, bu yüzeysel geçiş bizi hayal kırıklığına uğratıyor. Ve bir kırık soru beliriyor zihnimizde: Yoksa, kahramanı Müştak Serhazin’in sıkça eleştirdiği gibi, Ahmet Ümit de her şeye rağmen bu milletin kutsal değerlerine dokunmaktan mı kaçınıyor?
Ahmet Ümit'in sayfalarca üstünde durduğu baba-oğul ve kardeş katli hatta romanı bu konu üzerine kurduğu aşikar bu yüzden de size tamamen katılıyorum sonuca rağmen okuyucunun yaptığı bütün sorgulamalar havada kalıyor roman bitince.Ahmet Ümit politik davranarak nerede duracağına iyi karar vermiş.
Yeni yorum gönder