Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Türkiye’nin kadınlarını nasıl bilirdiniz?

“Türkiye’nin Kadınları ve Folklorik Özellikleri”, neresinden bakarsanız bakın ilginç bir kitapla karşı karşıyayız bu hafta. Kaleme alındığı tarih de, yazarı da, içeriği de son derece ilginç ve ilgi çekici... 1800’lü yılların sonunda Batılı bir kadın tarafından kaleme alınmış. Lucy M.J. Garnett, yıkılmaya yüz tutmuş Osmanlı coğrafyasını kelimenin tam anlamıyla karış karış gezerek, bu coğrafyanın kadınlarına dair her şeyin, deyim yerindeyse, haritasını çıkarmış. Gelenekleri, görenekleri, aile hayatları, ev işi gündelik uğraşları, ritüelleri, batıl inançları, hurafeleri, çocuklarını yetiştirme biçimleri, eğlence anlayışları hatta sanatları ve edebiyatları. Kulağa imkansız gibi gelen bir çalışma söz konusu burada. Osmanlı gibi devasa bir İmpatorluğun o kafa karıştırıcı kozmopolit yapısı içinde neresinden girilir, kimin, hangi etnik kökenin neresinden tutulur ki, demeyin. “Türkiye’nin Kadınları ve Folklorik Özellikleri” aslında konunun uzmanları tarafından çok iyi bilinen, uzun süredir yararlanılan bir kaynak kitap ve yazılışından 120 yıl sonra Türkçede.  

Lucy M.J. Garnett aslında işin kolayından başlamış yani kadınları öncelikle dinlerine göre; Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi olarak üçe ayırmış. Bu üç başlık altında da Hıristiyan kadınları, Valah, Rum, Ermeni, Bulgar ve Frenkler, Yahudi kadınları Yahudi ve Dönmeler, Müslüman kadınları ise Kürt, Çerkes, Yörük, Arnavut, Tatar, Çingene ve Osmanlı kadınları şeklinde kategorize ederek incelemiş. En baştan söyleyeyim, tüm çalışmaya batılı, oryantalist bir bakış açısı hakim ama Garnett’i döneminin diğer batılı araştırmacı-yazarlardan ayıran bazı önemli özellikleri var: Önyargılara saplanmamış bir yazar duyarlığı ve incelediği şeylere karşı kabullenmeye yönelik bir sevgi gibi. Ancak bütün bunların yanı sıra ister Rum, ister Yahudi isterse de Osmanlı kadını olsun incelediği, hepsine eşit mesafede durmayı başarmış. Örneğin, Rum kadınlarının Hıristiyanlıktan ziyade pagan inancı çerçevesinde gündelik hayatlarını yaşadıklarını, Osmanlı harem hayatının zannedildiği gibi, bir köşede ipeklerle bezeli vaziyette boş boş oturan ve tek dertleri yemek yemek olan kadınlardan mürekkep olmadığını ya da Arnavut kadınlarının sertlikleri ve hatta vahşilikleriyle bölgelerinin tarihinde önemli bir rol oynadıklarını büyük bir açık yüreklilikle dile getiriyor. Üstelik belli ki Garnett, herhangi bir topluluğa dair kültürel bir araştırmanın öncelikle kadınlardan geçtiğinin bilincinde. 

Toplumsal yaşama damgasını vuran sonsuz ayrıntıya sahip kültürel ve dini ritüellerle, kökenleri çok derinlerde yatan batıl inanışlarla, her nevi mücevherat, rengarenk kumaşlar ve süslerle bezeli, olağanla olağanüstünün iç içe geçtiği düş gibi hayatlara götürüyor bizleri “Türkiye’nin Kadınları ve Folklorik Özellikleri”. Yazarın ele aldığı kadınlar hangi dinden, hangi etnik kökenden olursa olsun, var oldukları coğrafyaya, bu coğrafyanın tarihine, irsi özelliklerine ve dönemin siyasal ve toplumsal yönelimlerine göre değerlendiriliyor. “Bu yörede yaşayanlar ırklarının en sevilmeyen özelliklerini taşırlar” gibi cesur yargıların yanı sıra ele aldığı tüm folklorik özellikleri tamamen kapsayıcı bir anlayışla dile getiriyor Garnett, ona göre hemen tüm folklorik özelliklerin, batıl inançlar ve hurefelerin bile kökeninde insanların içinde var olduğu doğa yatıyor. Doğaya ve insanlara bakıp yaratılan mitler zamanla dini, toplumsal eğilimleri doğuruyor.  Görülüyor ki Garnett, üstün ırkın tartışıldığı, uluslaşma hareketlerinin başladığı ve iki büyük dünya savaşına gebe bir zamanda çağdaşlarından son derece farklı görüşlere sahip. 

Lucy M.J. Garnet’in dili son derece akıcı ve sade. Ne yaşadıysa dolaysız bir şekilde yazmış gibi görünüyor. Halk efsanelerinden, sokak manilerinden, büyük destanlardan hatta çeşitli dualardan beslenen çalışması, öyle keyifli ayrıntılarla, bu coğrafyaya ait adetlere dair bugüne kadar hiçbir yerde okuyamayacağımız öyle ilginç anekdotlarla dolu ki, konuyla özel olarak ilgilenenler başta olmak üzere,  tüm okurların kütüphanesinde yer alabilecek bir kaynak diyebilirim. Hatta bir adım ileri gidecek olursam, toplumsal ve kültürel çalışmalar bir yana, edebiyata bile esin kaynağı olabilecek nitelikte. Benden söylemesi...

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.