Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Yazar ölür, yazı başlar!

Roland Barthes
Yapı Kredi Yayınları

"Bugün kendimi Hegel’in betimlediği yaşlı Yunan gibi hissediyorum biraz: Hegel, bu adamın yaprakların, nehirlerin ve rüzgarların çıkardığı sesleri, kısacası Doğa’nın tüm titremelerini planlı bir zekanın izlerini görebilmek için hiç yorulmadan, tutkuyla incelediğini söylüyordu. Ben de dilin çalışma sesini dinlerken anlamın titremesini inceliyorum –modern insan olarak benim doğam kuşkusuz dil oluyor."

 

Dilin çalışma sesini dinliyor Roland Barthes, duyduklarını tıpkı kendini benzettiği yaşlı Yunanlı gibi tutkuyla, şaşırtıcı bir tutkuyla anlatıyor… Barthes, deneme dediğimiz türü, elinden tutup uçuran yazar. Yazma üzerine, söz üzerine, dil üzerine düşünüyor düşünmesine ya, o en çok kendi üzerine düşünüyor aslında, onu büyüleyici kılan şey bu. Dil üzerinden en çok kendini deşiyor, didikliyor. Tıpkı Proust’un hayatım roman anlayışını tersyüz edip romanı hayatı kılması, hayatı yazdığı kitap olan bir yapıta dönüştürmesi gibi… Evet, hiç şüphesiz bu anlamda bir kahraman Barthes.  Ve onu dünyanın düşünsel düzlemi içerisinde kahramanlaştıran, dillerden düşürmeyen, üzerinde yıllar yıllar boyu düşündüren “Yazarın Ölümü” başlıklı denemesini biz nihayet Türkçe okuyoruz. Roland Barthes’ın 1964-1980 yılları arasında kaleme aldığı eleştirel denemelerini bir araya getiriyor Dilin Çalışma Sesi. Ve her denemede, Barthes gibi artık hemen hepimizin kabul ettiği, modern doğamız olan dilin çalışma sesinin gürültüsü kulaklarımızda yankılanıyor.

 

Gelelim Türkçe çevirisini yıllar sonra okuyabildiğimiz o meşhur denemeye, “Yazarın Ölümü”ne… Barthes “Yazarın Ölümü”ne Balzac’ın Sarrasine adlı öyküsünde yer alan bir tümceyle başlıyor. Söz konusu kadın kılığında kastrato bir opera şarkıcısı. “Ani korkuları, hiç yoktan kaprisleri, içgüdüsel huzursuzluğu, yersiz pervasızlığı, farfaralığı ve duygularındaki o hoş incelikle tam bir kadındı işte.” Bunu söyleyen kimdir peki, diye soruyor Barthes. Öykünün, karşısındakinin kadın kılığına girmiş bir kastrato olduğunu görmemeye eğilimli kahramanı mı? Kadınlarla ilgili kişisel deneyimlerine dayanan felsefi görüşlerini açıklayan Balzac’ın kendisi mi? Kadınlıkla ilgili “yazınsal” düşünceler geliştiren yazar Balzac mı? Everensel bilgelik midir bunu söyleyen, yoksa romantik psikoloji mi? Barthes’a göre bu soruya, sorulara hiçbir zaman yanıt verilemeyecek. Çünkü yazı, her sesin, her kökenin yıkılmasını içerir. Öznenin her zaman elimizden kaçtığı, tarafsız, karmaşık bir alandır o. Ve yazı, yazan bedenin kendisinden başlayarak her türlü kimliğin yok olduğu bir bütündür. “Bir olay, anlatıldığı an, ses kökenini kaybeder, yazar kendi ölümüyle karşılaşır, yazı başlar.”

 

Yazar ölür, yazı başlar! Peki nasıl olur bu? Barthes, yazarın giderek metinden çekilmesinin, modern metni bir bütün olarak dönüştürdüğünü düşünür. Ona göre modern çağda yazı yazan kişi metniyle aynı anda doğar, öncesi yoktur ve her metin sonsuza dek “burada” ve ”şimdi” yazılmıştır. Buradan okura gelip çatarız elbette. Çünkü okur, (tıpkı onun için yazılan metne benzer bir şekilde) tarihi, biyografisi ve psikolojisi olmayan bir insandır. Yazı’yı oluşturan tüm izleri aynı anda tutan “biri”dir. Klasik eleştirinin hiç ilgilenmediği okurun hakkı verilmelidir artık. Çünkü Barthes’a göre tuhaf bir şekilde yazı’nın geleceği işte bu tarihsiz, biyografisiz okur’a bağlıdır. “Yazı’nın geleceğinin olması için miti tersine çevirmemiz gerektiğini biliyoruz: Okurun doğumunun bedeli yazarın ölümü olacaktır.”

 

Kural değişmiyor; ses, dil, yazı, yazmak ve yaşam üzerine düşünmek için, işe ölümden başlamayı göze almak gerekiyor demek ki. Her yeniden doğumun bedelini tek tek ödemek… Dilin çalışma sesi ancak böyle duyuluyor.

 

 


 

 

* Görsel: Kaan Bağcı

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.