Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Yoksa muhteşem değil miydi?

İlber Ortaylı
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Yine bir kıyamettir kopup gidiyor. Kıyametin başrolü son zamanlarda hep olduğu gibi bir televizyon dizisi. (Diziler olmasaydı, Türk kültür dünyası neleri tartışacaktı acaba diye merak edip duruyorum ya, o başka bir dram.)

 

Hikayesini Osmanlı tarihinin en dikkat çekici döneminden alan Muhteşem Yüzyıl’a dair daha yayımlanmadan internet üzerinden başlatılan kampanya, dizinin ilk bölümünün ardından gazetelere ve televizyonların haber kanallarına sirayet etti. Hayalle, efsanelerle, mitolojik öğelerle beslenen tarihi hikayelerin her türlüsüne bayılan bendeniz, işbu meraktan ötürü dizinin ilk bölümünün başındaydım bizzat. Para harcanmış, özenilmiş ve ancak bir televizyon dizisinin olabileceği derinlikte bir hikayesi olduğu belli dizi, tam zihnimde yer bırakmadan geçip gidiyordu ki, ortalık kaynamaya başladı. Avrupa’nın ta kalbine kadar at sürmüş, imparatorluğun sınırlarını inanılmaz büyüklüğe taşımış, karşısında herkeslerin tir tir titrediği “Muhteşem” Süleyman’ın yatak odasını görmek istemediklerini, ecdatlarının bu herkesleri titreten imgesinin sarsılmaması gerektiğini haykırıyordu birileri. Sevişirken değil, savaşırken hatırlanmalıydı bu tür tarihi karakterler. (Tıpkı üzülürken değil, sevinirken hatırlanması gerektiğine ülkecek karar verdiğimiz Atamız gibi yani.) Ayrıca dizideki eşcinsel imalar, içki içmeler, kadın düşkünlüğü de cabasıydı. Kulağıma kadar gelen bu feryatlar üzerine, oturup biraz düşüneyim bari dedim, tarih ve tarihin çeşitli şekillerde yorumlanışı üzerine. Yanıma da İlber Ortaylı’nın “Osmanlı Düşünce Dünyası ve Tarihyazımı” adlı çalışmasını aldım.


    
Öncelikle bu bilimin tanımı üzerinde mutabık kalmamızı gerektiren önemli bir nokta var: Yorum. Zira yorum, tarih bilimi dediğimiz şeyin temelinde var. Tarih, belirli tekniklere dayanan(bir taştaki yazıyı nasıl okursun? Bir kağıdı eline aldığın zaman paleografik ve diplomatik yönden nasıl bakarsın? Nasıl tarihlendirirsin?... gibi), bu anlamda da doğa bilimleri gibi kesinliği olan bir bilim. Ancak “tarihçilik bu kadar değildir. Ondan sonra bir spekülasyon safhası vardır, bu sanatçılıktır. Belirgin bir şekilde, abartma ve yalana sapmadan yorumlama meselesidir… Johann Gustav Droysen’in dediği gibi; "Tarih bilim değildir, bilimin de üstünde bir şeydir." İşte bu kabul edilen yorum meselesi kültür tarihimizi değişime uğratmış etkenlerin de başında gelir.


Tarihi inşa etmek


Ortaylı’ya göre pek çok şey Aydınlanma dönemine gelince değişiyor. O zamana kadar Eski Yunanlılar’ın ve İslam tarihçilerinin hiç yapmadığı bir şey ortaya çıkmaya başlıyor: Tarihi yorumla kademelere ayırmak. Medeniyetler tarihi açısından bu en tehlikeli yaklaşımlardan biri. “Artık insanoğlu tarihi doğal duygusuyla, bir hayvan olarak geçmişini merak ederek değil, bir şey inşa etmek için kullanıyor.” Bu büyük bir değişim. Ancak yanlış anlaşılmasın, değişen tarih ilmi değil, değişen, tarihçi ve tarih okuyucusu. “Bu nedenle ortaya ‘tarih yapmak’ gibi bir görüş ve deyim ortaya çıkıyor. ‘Tarih yapanlar’, pozitivist bir zihniyetin ürünü.”



Tarihi ele alış şeklimiz değiştikçe, tarih biliminin tehlikeli sularına da girmeye başlıyoruz haliyle. Yorum, bir anlamda başımıza bela oluyor. “İşte tarihçinin ebedi sorunu ve hastalığı ve   tuhaf ama bir ölçüde de meziyeti budur. Çevresi ve zamanın demir alma noktalarından hareketle maziyle hesaplaşır, maziyle uğraşır” diyor Ortaylı. “İpin ucunu kaçırmak mümkün, cahil veya önyargılı olan zararlı olur, gülünç olur, öğretilen metod bu badireden kurtulmaya yetmez.”



İşte her anlamda ipin ucunu kaçırdığımız noktadayız. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana kör bir eğilimle yok saymaya çalıştığımız tarihimizi yeniden keşfetmeye çalışıyoruz şimdi.  Birileri de cehaletimizden, önyargılarımızdan yararlanarak bugüne yontabilecekleri yeni bir tarih icat etmeye çalışıyor, tarihçinin düşebileceği kara delikleri kültürel olarak kendine mal etmeye uğraşıyor. Bu icadın sınırları dışına taşanlara ise tahammülleri yok. Basit, hatta fantastik diyebileceğimiz bir tarihi hikaye de buna dahil işte.

 

Osmanlı, kimlerin tarihi?


Osmanlı, o dizinin senaristinin, yönetmeninin oyuncularının tarihi değil; o diziyi izleyenlerin, Muhteşem Süleyman’ın savaşçılığının yanı sıra nasıl bir adam olduğunu da merak edenlerin,  tarihi değil. Sadece onların tarihi: Savaşan, politik oyunlar oynayan, kadına, içkiye el sürmeyen bir takım idealize edilmiş, kutsanmış-egemen erkeklik anlayışını, tarih olarak sunmak, kabul etmek, ona inanmak isteyenlerin tarihi...

Dolayısıyla Süleyman’ın at sırtında kılıç salladığı anları hayal edebiliriz ama onun da zaafları, çelişkileri olan bir adam olarak, aşkı, sevgiyi arayışını hayal edemeyiz. Sultan Süleyman’ı haremde ona hizmet etmek isteyen yüzlerce kadını olan bir adam olarak düşünebiliriz ama, ona sunulan bu nimetlerden faydalanma zaafı, hatta etkilenme zaafı kendisine yakışmaz. Yakışamaz…

 

Bunun bir adım ilerisinde ortaya çıkacak iktidar-kadın ilişkisindeki çarpıklıkların tartışılmasının önünü de şimdiden kesmeleri lazım üstelik. Ya, olur da vatandaş kültürel bir hesaplaşmaya girişmeye yeltenirse. Kadınları hapsederek, haremleştirerek ahlaklı olunmuyormuş, aksine bir sürü çarpıklıklar ortaya çıkıyor falan denirse…  Tarihi, resmi-kutsal bir masal olarak okumak yerine, saf, insani bir merakla aklıselim bir hesaplaşmaya girilirse. Oryantalist bakış açısıyla çekilmiş bir dizi bunu yapabilir mi peki? Bilemiyorum ama, tarihimizi tekelinde tutmak, tek bir çerçeveye yerleştirmek isteyenlerin, kendi dünya görüşlerine göre değerlendirmek isteyenlerin canını sıkabileceği de ortada.

Ve son olarak kendini televizyon dizlerinin gerçekliğine kaptırmış, kurguyla gerçeği ayırt edemeyen Türk dizi film izleyicilerine sesleniyorum: Ekranda gördükleriniz gerçekte yok, hassasiyetlerinizi gerçek hayata göre ayarlamanızı naçizhane tavsiye ederim.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.