Geçenlerde kadim arkadaşımız Nadir, Llosa ve Clezio’yu okumuş, ikisi de hiç sarmamış kendisini sevgili okurlar. Bunları havaların ufak ufak ısınmaya başladığı şu günlerde söylemenin yeri miydi diye düşündüm açıkçası. Fakat değil mi ki düşünce özgürlüğünden yanayız, söylenecek… Neyse, akşamüstü Nadir’le yine çaylarımızı içerek güzelce Nobel sohbeti yaptık, buyurun.
“Abicim, daha önce biliyorsun, ne olacak bu Nobel komitesinin hali diye konuşmuştuk. Sen de demiştin ki…”
“Ulan ne diyeceğim, benim görüşüm bu konuda açık: Nobelcilere bişey olmaz. Hem altı üstü bir ödül. Bana kalırsa tıpkı Yurovizyon gibi bu Nobel işi de yavaş yavaş tavsamaya başladı. Ancak yine de soralım hemen: Geçen sene kim aldı mesela, geliyor mu bir çırpıda aklımıza? Netten bakmak yok ama...”
“Son on yıldan benim aklıma Coetzee geliyor adamakıllı.”
“Hah. Coetzee iyi yazardır bak; aklımda kaldığı kadarı, kısa bir teşekkür konuşması yapmıştı, çok kısa. Tabii bu onun vurdumduymazlığından kaynaklanmış olabilir. İnsanın bir tahta bavulu olsun bulunmaz mı canım? Neyse. Coetzee, her şeyden önce kendini tekrarlamayan bir yazar. Her kitabında farklı biçimler deniyor ve dilini de bu biçimlerin kurmasına olanak tanıyor. Ben, Petersburglu Usta’yı okuyana kadar, Coetzee’deki rahatsız edici şeyi açıkçası anlayamamıştım. Bana kalırsa o roman üzerinden Dostoyevski ile olan bağını da açıklamış oluyordu. Ama gerçekten, rahatsız edici sorular soran bir yazar Coetzee. Kimlik meselesinden siyasal suçlara, modern yaşamın bize giydirdiği maskelerden insanın, hatta toplumların yarattığı cehennemlere uzanan sorular…”
“Ama burada şöyle bir şey var: Bütün mesele soru sormak mıdır yani? Bu soruları pekâlâ içimizden biri de sorabilir.”
“Bak bu güzel bir soru oldu Nadirciğim… Gerçekten güzel bir soru. Burada edebiyat ne anlatır diye düşünmek gerek herhalde. Tabii önce nasıl anlatıldığı önemli kuşkusuz. Coetzee’nin biçim arayışı, bunu dili kullanarak anlatma gücü önemli her şeyden önce. Doğrusu ben bazı yazarların insanı daha ilk satırda etkilemeye başlamasının sırrını burada arıyorum. Sözgelimi, Clezio’yu ya da Llosa’yı, Naipul’un bazı romanlarını niye sevemiyoruz?”
“Tabii burada çeviri sorunları da olabilir.”
“Buna katılmam. Sonuçta hepsini çevirilerden okumuyor muyuz? Neyse. Diyeceğim, Nobel’in yine de bu kadar belirleyici olmadığını görmeli. En azından kendi edebiyatımıza bakarak söyleyebiliriz bunu. Adı geçen yazarlara baktığımız zaman bizim Orhan Pamuk’umuz elbette haklı biçimde alıyor ödülü. Ama Türkiye’de de, bana göre, edebiyat değeri bakımından ondan geri kalmayan, ondan hatta daha iyi yazarlarımız yok mu?”
“İşte yine aynı şeyi yaptın abi…”
“Ne yapmışım ulan, uslu uslu konuşuyoruz burada.”
“Ne olacak, daha iyi, daha kötü diye üstünkörü sınıfladın yazarlarımızı.”
“Kusura bakma ama, dünyada her şeyin daha iyisi vardır canım kardeşim.”
Cemal Bey,
bu nobel komitesi Einstein'a bile ödülünü izafiyet teorisi için değil, fotoelektrik etki teorisi için vermişti. Canını yediğimin Gandi'sine bir nobel verilmedi. Bunlar keyiflerine göre karar verirler. Bence Nobel komitesine şaibe düşmüştür.
Yeni yorum gönder