Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Belki bir sonraki romana?

Serdar Özkan
Altın Kitaplar

Eskilerin beni en çok kızdıran sözlerinden biridir, şöyle samimiyetsiz, derinliksiz bir şey oldu mu ortamda, “Edebiyat yapma!” derler. Bu tür bir olumsuzlamanın edebiyatı kapsaması kültür dünyamızın alt yapısına dair de acı bir fikir verir, kabullenemez, kızarım, bozulurum konu her ne olursa. Ancak, hayat öyle şeylere gebe ki; Serdar Özkan’ın son romanı (yani ikincisi) gibi kitapları okurken, bana bile “Edebiyat yapma” diye avaz avaz bağırma isteği verebiliyor zaman zaman. Ne diyeyim, büyük konuşmamak lazım.

 

 

Serdar Özkan’ın adını “Kayıp Gül” adlı ilk romanıyla duymuştuk. Roman adeta  patlamıştı hatırlayacak olursanız: Şu kadar bastı, bu kadar dile çevrildi diye diye bitirememiştik kitabı.

 

 

Yanlış anlaşılmasın lütfen, varlık düşmanı olabilirim ama, bir çoksatar düşmanı değilim kesinlikle. Bu tür çoksatar kitapların, kitap okuma alışkanlığı olmayanların da ellerine geçmek suretiyle edebiyata olan ilgiyi arttırdığını düşünürüm hep. Evet, siz de bilirsiniz, biraz safım… Neyse… Dolayısıyla Özkan’a karşı da herhangi bir önyargı beslemeden, aldım elime “Hayatın Işıkları Yanınca”yı, başladım okumaya. Roman kısa, dil sade, sayfalar geçti gitti önümde… Diyeceksiniz ki, demek ki sürükleyici bir hikaye. Ne yazık ki hayır, zira bir hikayenin sürükleyici olması için ortada bir hikayenin olması lazım.

 

 

Ama yok, ara tara yok. Şöyle ki; bir küçüklüğüne bir büyüklüğüne gittiğimiz Ömer adlı bir kahramanımız var, yaşlı teyze ve denizkızı formatında şekil değiştiren bir meleğimiz var, konuşan kuğu ve yunus, bir de ölüm meleği... Ama hikaye yok. Dolayısıyla üzerinde konuşulacak pek de bir şey yok.


Niyesi, nasılı meçhul

 

 

İntihar etmeye çalışan büyük Ömer’le tanışıyoruz ilkin; eski teknesinin içinde tam intihar edecekken bir denizkızı tarafından durdurulan Ömer’le. Sonra, içindeki meleğe ulaşmaya çalışan çocuk Ömer giriyor araya. Onun yaşam dolu çabası, büyük Ömer’in ölme arzusuyla pek bağdaşmıyor. Aradaki kopukluğun sebebini söylemeyeyim. Zira, romanın ana izleğini bu kopukluk oluşturuyor. Metaforlarla dolu bir roman “Hayatın Işıkları Yanınca”; küçük Ömer’in hayatında, meleğini arayışında, onunla yüreğinin içinden konuşan bir yunus ve ışık olmuş bir kuğu mevcut; büyük Ömer ise denizkızı ve ölüm meleğiyle uğraşıyor, bir de sahibi aranan gizemli, büyülü kitabımız var... Zaman daralıyor, kitabın yeni sahibine verilmesi gerekiyor ivedilikle. Ama niyesi, nasılı meçhul.

 

 

Kitabın Ümit kitabı olduğunu anlasak da içinde yazanları, devir tesliminin önemini bilemiyoruz. Tıpkı intihar etmeye çalışan Ömer’i anlamadığımız gibi... Roman boşluklarla ve sorularla dolu. Yazar, anlattığı her şeyi öylece kabul etmemizi istiyor. Ancak atmosfer, kurgu, karakterler hiçbir şekilde yerine oturmuyor. Büyülü gerçekçi bir hikayeyle karşı karşıyayız desek de, hikayenin atmosferinin de, karakterlerinin de hikaye çerçevesinde herhangi bir derinliği olmadığı gibi, inandırıcılıkları da yok. 

 

 

Bir tür sevgi tacirliği

 

 

Kısa bir (mitik demeye dilim varmıyor) öykü var romanın girişinde, ki roman boyunca da çeşitli karakterlerin ağzından üç kere daha tekrarlanıyor söz konusu öykü, sanırım romanın felsefi-mitolojik altyapısı olarak düşünülmüş. Gelgelelim, öylesine zayıf, öylesine altyapıdan yoksun ki, dolayısıyla hikayeyi de taşıyamıyor.

 

 

Kimileri bir sevgi romanı diyeceklerdir belki bu roman için. Sanırım yazarın çıkış noktası da bu. Ama hikayenin gidebildiği tek yer bir tür sevgi tacirliği olmuş ne yazık ki. Son yıllarda pek tutan, şimdilerdeyse modası yavaş yavaş geçmeye başlamış, hafif mistik, azıcık psikolojik roman projesi diyebilirim“Hayatın Işıkları Yanınca” için…

 

 

Reklam kampanyası çerçevesinde öne çıkarılan, adları geçen yazarlarla mukayese etmeye gelince… Serdar Özkan’da, ne Paulo Coelho’nun (artık iyiden iyiye eleştirilen) romanlarının temelini oluşturan bir çeşit felsefik-dini hayat görüşü var, ne Richard Bach’daki çocuksu saflığın bizi mest eden samimiyeti ve derinliği, ne de Saint Exupéry’deki kolektif bilinçdışımıza seslenen evrensellik… “Kayıp Gül”de yok, “Hayatın Işıkları Yanınca”da yok, kim bilir belki bir sonraki romanda olur…

 

Yorumlar

Yorum Gönder


Evet işte budur tam demek istediklerimi dile getirilmiş,müthiş.


Merhabalar
Sabit Fikir'i sevdim
Bende dahil olmak üzre bir çok kitap sever arkadaş,
yayınevlerinin ilan karşılığı kitap tanıtım yazıları yazdırmasından,
kitap eklerinin asıl amacından çıkıp tamamen ticari kaygılar üreten bir yapıya bürünmesinden gerçekten çok sıkılmıştık.
Eleştiri mekanizmasının işlemediği memlekette iyi eser vasıfda
iyi para harcanan kötü eserleri çogalttı.
Artık gerçek eleştiriler ve gerçek beğeniler istiyen biri olarak
Gerçek fikir istiyorum. Sabit Fikir istiyorum
Artık birileri çıkıp Ece Temelkuran ın Muz Sesleri kitabını yazmak için Beyrut a gitmesinin gereksiz olduğunu, oradan çıkan 'çıt çıt çıt' seslerini Antalyada Bir salatalık Tarlasındada duyabileceğini söylemeli ve yazdığı kitabın
yorumunu yapacak bir mecra bulabilmeli.Artık Fikrim Sabit


Ilgili kitabin ve yazarin hem sanat hem de zanaat acisindan yetersiz oldugu asikar. Ancak, hic bu kadar entipuften elestiri yazisi gormedim, belki de gordum ama idefix te gorunce ayri dikkatimi cekti. ELestirmen kurdugu yargi cumlelerini aciklamaya calisir en azindan, aksi takdirde elestiri yazisinin ve mecmuasinin (elektronik etc.) sayginligi olmaz ki.

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.