Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

En anlamlı Nobel, Sahte Nobel!

Geçtiğimiz günlerde bir ilk roman bastırma sancısı yaşayan yazar-adayı bir arkadaşımın dertlerini dinliyordum. Romanı çeşitli editör ve edebiyatsever arkadaşları tarafından okunmuş, beğenilmişti. Ancak bütün bunlar bir yana o, deneyimli bir yazarın kendisine verdiği tavsiyeye takmıştı kafasını.  Yazar arkadaşı ona, bu son derece edebi bir metin olmuş, yayıncılara gitmeden önce edebiyat ödüllerinden birine başvursan iyi olur demiş. Bu oldukça gururlandırıcı tavsiye yazar-adayı arkadaşımın elini ayağın kesmiş, kara kara düşüncelere dalmasına sebep olmuştu düşünülenin aksine. Niye ki diye sordum saf saf haliyle… Niyesi var mı canım, edebiyat ödülü, esrarlı bir ada demektir, genç yazarların yutulduğu bir tür karadelik, haberin yok mu! Yüzeyden görünmeyen edebiyat kulübü çarkları işliyor, ödüller önceden belirlenen yazarlara veriliyordu. Niye bu kadar karamsarsın ki dedim yine dostuma, gönderiver bir iki yere, ödül alırsan ne ala, almazsan zaten kimsenin ruhu bile duymayacak, işte o kadar.

 

Gerçekten de, işte o kadar mı acaba, diye düşündüm sonra uzun uzun. Edebiyat, o yolda yürümek isteyenlerin bile isteye atıldıkları bir tür sancılı hayat. Elbette ki, pürüzler var, kulüpler, çeteler… Ancak her ödül danışıklı dövüş değil, her yol tıkalı değil. Ancak özellikle yolun başında duranlar bu yıldırıcı tıkanıklara takılıp kalabiliyorlar. Yazar olmanın, bu tıkanıklarla da savaş demek olduğunu bilenlerden bazıları ister istemez kalemlerini ve benliklerini kıyıya köşeye saklayabiliyorlar. Sadece hikayeler yazarak yaşamak istemek, tüm bunlara bulaşmaktan imtina etmek de bir tercih olmalı. Tıpkı, çok satan bir yazar olarak kendini ve hayatını düzenlemek, diye bir tercih olduğu gibi. 

 

Edebiyat ödülü ise, önemli, ödül almış bir kitap, ödüllü bir yazar ne olursa olsun daha çok satıyor, daha çok okunuyor. Bakınız Nobel’i son alan şair Tomas Tranströmer’ın kaderine. Dün adını bile duymayanlar, şiirlerinin tek dizesini bile okumayanlar bugün onu ve şiirini konuşuyorlar. Dünya kamuoyuna açıklama yapmak zorunda kalıyor yayınevleri, kitapların baskısı tükendi, ama merak etmeyin bir hafta sonra şairin yeni basımlarına kavuşacaksınız, diye… Daha ne olsun…

 

Bu yıl ki Nobel ödülleri ve önemi demişken sizlerle ilginç bir olayı da paylaşmak isterim. Egoistokur’dan Gülenay Börekçi’nin haberine göre Nobel Ödülü’nün açıklanmasından dakikalar önce, Sırp gazeteleri, kendi vatandaşları Dobrica Cosic’in 2011 Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldüğü haberini almış. Haber kaynakları, www.nobelprizeliterature.org adresli internet sitesi. Tüm ülke sevince boğulmuş tabii, gazeteler, radyolar, televizyonlar haberi geçmeye, manşetler hazırlamaya başlamış. Ancak sevinç kısa sürede kursakta kalmış. Zira haberi yayan internet sitesi, söz konusu adresini birkaç gün önce satın almış, sahte haberi de ülkeye duyurmuş. Neymiş peki dertleri derseniz... Orası daha da ilginç… Kendilerine “kar amacı gütmeyen bir grup internet eylemcisi” diyen bu grup, Nobel’in en önemli adaylarından biri olan milliyetçi yazar Dobrica Cosic’in yıllardır ülke üzerindeki tehlikeli etkisine dikkat çekmek istemiş. Kamuoyuna yazdıkları açık mektubun sonunda da şöyle demişler: “Sırp kamuoyu hatta kendisi bile koca bir 15 dakika için buna inansa da sonunda açıklıyoruz: Dobrica Cosic Nobel Edebiyat Ödülü almamıştır. Bu gerçekte bizi teselli eden bir şey var.”



Ne diyelim, Nobel alan ve Nobel Ödülü’ne aday olan yazarları sevmemek sade bize özgü bir gelenek değilmiş meğer. Ancak açık olan şu ki Sırplar’ın neyi niye istemedikleri, bir yazarlarını neden sevmediklerini ifade etme biçimleri, hasetlikten öte, bizimkinden daha yaratıcı ve çok daha dürüstçe gibi geldi bana. Darısı başımıza…

 


Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.