Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Felsefeyle saadet olur mu?

Mark Vernon
Sel Yayıncılık

Sokrates M.S. 399’da öldüğünde Platon henüz 28 yaşındadır. Sokrates Platon’u hiç tanımasaydı ne olurdu bilemiyoruz ancak bu tanışıklığın Platon’un tüm hayatını değiştirdiğinden, hatta onu büyük bir felsefeci yaptığından haberimiz var. Çünkü Platon, büyük bir aşkla sevdiği Sokrates’in ardından, tam elli yıl boyunca, bu tanışıklığı anlamlandırmak için hayatını felsefe adını verdiği bir yaşam biçimini keşfetmeye, gerçekleşmeye adamıştır, bu uğurda eserler vermiştir. Ve bu felsefe günümüze dek uzanmıştır. Hatta, Irısh Murdoch’ın da dediği gibi tuhaf bir şekilde “zamanın başıboş ruhunun kozmik astronomisinde geçmiş yüzyıllara kıyasla şimdi Platon’a daha yakınız.” Bu tuhaf yakınlaşmanın temelinde Platon’un felsefesinin teorik bir düşünceden ziyade günlük hayata dair olması yatar. Tıpkı Budist öğretide de olduğu gibi, Platon’un görüsü dünyayı reddetmez, hatta tam tersine canlandırır; bedeni küçümsemek yerine onu mutluluğa, esenliğe kavuşma aracı olarak kullanır. Yaşamak demek beden ve ruhun birliği demektir. Aşka ulaşmak ise işte bu bütünlüğün ta kendisidir.

 

Mark Vernon, Alain de Botton’la birlikte “Yaşam Okulu”nu kuranlardan. İnsan yaşamının, kişisel gelişim kitaplarının yetersiz, yüzeysel önerilerinden daha sağlam, şöyle daha sıkı bir şeyleri hak ettiği görüşünde. Felsefe gibi mesela... Ancak teoride kalan ve insan yaşamından git gide uzaklaşma derdinden mustarip felsefeyi yolundan döndürmek de kolay iş değil. Felsefeyi mutluluk adına, insanın mutluluk arayışı adına masaya yatırmak da öyle…

 

“Mutluluk İçin Felsefe”nin sayfalarını merakla karıştırmamın sebebi bu. Mutluluk, daha da doğrusu esenlik, temelde dinin vadettiği bir şeydir. İyiliği arama, iyiliğin peşine düşme iddiasındadır çünkü din. Bu iddiayı insandan ayırmak mümkün olmadığına göre mutluluk düşüncesini de insanla beraber dinden ayırmak mümkün değildir. Peki din ortadan kalktığında? İnanç boşlukları birer birer insan ruhunu sardığında? Sokrates’e göre dünya üzerinde iyiliğin en büyük tezahürü adalettir. Din güçle birleşip adaleti baltalar hale geldiğinde?

 

Aşk, mukadder

 

Aslında, fark etmez diyor Vernon. Çünkü iyiliğe karşı duyulan aşk hep vakidir, mukadderdir. Aşk ise fark etmek, yeniden-bilmektir; aşk ümit vadeden bir ruha, yeni bakış açılarına açık ve duyarlı olduğu için, en iyi yardımcı olabilir… Ve yukarıda da söz ettiğimiz gibi aşk her şeyiyle bütünlüklü bir eğitimi gerektirir. Platon bu bütünlüklü eğitimin odak noktasına “ölüm”ü koyar. Ona göre felsefe zaten ölmeyi öğrenmenin bir yoludur, hatta bir tür ölüm alıştırmasıdır. Ki ölüm, insanın gerçekten neyi sevdiğini ortaya çıkaran yegane deneyimdir. Ancak yaşadığımız aydınlanma hiçbir zaman nihayetlenmez ve her aydınlanma yeni bir arayışı da beraberinde getirir.  “Belki de Platon’un eserlerinde aydınlanmayı ifade etme çabaları asla tam anlamıyla içinden çıkamadığı bir dinsel deneyimle yüzleşmesidir. Bunu asla yapamazdı, nasıl yapabilirdi ki? Platon bunun aksine, bu dinsel deneyimin gerçekliğine bir bakımdan dolambaçlı bir yoldan yaklaşarak bu deneyime dair daima yeni bakış açıları geliştirmenin arayışındaydı.”

 

Vernon’a, Sokrates’e, Platon’a kulak verip belki biz de aynısını yapmalıyız. Korkacak bir şey yok, zira nasıl olsa kimse düşündüğü kadar mutsuz, umut ettiği kadar da mutlu olamaz…

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.