Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Isabel Allende Niye Patladı?

Bundan yaklaşık 3 hafta önce okuduğum bir haber var, başlığı şöyle: Isabel Allende Sonunda Patladı! (Sabitfikir 22.12.2009) Peki ama neden? Çok okunan, çok sevilen bir yazar Allende, hatta rakam vermek gerekirse kitaplarının satışının 50 milyonu geçtiğini söyleyebiliriz. Buna karşın Şilili yazar edebiyata damgasını vuran erkek egemenliğine karşı patlamış, Cervantes Ödülü’nün Jose Emilio Pacheco’ya verilmesi üzerine gerçekleşmiş bu durum. Allende’nin tepkisini yazar kıskançlığı olarak addedip gülüp geçebiliriz bu habere elbette. Ama malum, zaman itibariyle edebiyatın geride bıraktığımız yılını, ondalık sistemi kullanmamız itibariyle de son on yılını harıl harıl değerlendirip tartıştığımız bu günlerde Şili’den gelen sese kulak vermemezlik edemeyiz. Çünkü yapılan tüm tartışmaların, dökümlerin odağında “çok eser, az edebiyat” izlenimi var. Bu izlenimin de birkaç sebebi... İşte Allende’nin öfkeli çıkışı bu nedenle önemli, ortalıkta “çok eser, az edebiyat”ın olmasının birkaç sebebinden birini oluşturuyor onun patlayışı. Edebiyatın eksik yanını, yani dişil yüzünü işaret ediyor bir anlamda.

Edebiyatın dişil yüzü hala eksik, hala bastırılmış, hala sessiz. Bu tespite malumu ilan diyenler de olacaktır, ortalık kadın öykücü, romancı, şair ve hatta dergici gazeteci kaynıyor, eksiklik bunun neresinde diye soranlar da, biliyorum. Ama bütün bunlar gerçeği değiştirmiyor ne yazık ki. Malumsa eğer, tartışmaya devam etmekte bir sakınca zaten yok,  eksiklik mevzu bahis değil diyenlere de soruyorum, o zaman yeni edebiyat neden bir türlü elimize doğmuyor?

Kabul edelim,  edebiyat bir türlü “beyler” kulübünün ekseninden çıkamıyor. Allende’nin de dediği gibi dünyanın her yerinde eleştirmeni, yayıncısı, akademisyeni, dergicisi, gazetecisiyle edebiyat çevresi demek bir tür maço “beyler kulübü” demek. Hep önden beyler gidiyor, “kadın yazarlar”, hep önce kadın, erkeklerse sadece yazar... Ancak sorunu sadece bir erkeklik-kadınlık karşıtlığına getirmek, onu kısırlığa hapsetmekten, konuyu sığlaştırmaktan başka bir işe de yaramaz. Sorun, insanlığın dişil yarısına karşı üretilen binlerce yıllık eril kültürde, toplumsal yaşayışta belki de. Öyle geliyor ki, evrimleşme yolunda ruhani bir adım atamıyor sanki insanlık. Bu adım atılamadıkça yeni edebiyat da bir türlü doğmak bilmiyor. Modernizm benliğimizi bütünlemiş, postmodernizm de hemen ardından parçalayıvermişti ya hani... Sorun o uygarlık dediğimiz şeyi kuran, doğaya tamamen sırt çevirmiş, kendinden çok emin eril bilincin sorunu belli ki. 

Hikayemiz biraz eskiye gider... Uygarlaşma yolunda nicedir doğayı terk etmiştik zaten, tüm tanrıçaları birer birer öldürmüş, tek bir erkek-tanrıya bağlanmıştık. Ki kendisi de zaten kadınlarımıza nasıl davranmamız gerektiğini ayrıntılarıyla anlatıyordu bizlere. Sorun yok gibi gözükse de vardı, sanayi devrimi gelip çatınca ve daha çok iş gücüne ihtiyaç olunca kadınlar yuvalarından birer birer çıkmaya başladılar. Ve evet, her şeyin bir bedeli vardı, hayatın her alanında yer almaya başladılar, yazarlık da bu alanlardan biriydi nihayetinde. Ama sanayi devrimi kadınlar için zaten çok geçti. Dil, erkeğin ülkesiydi, söz onlar tarafından tamamen ele geçirilmişti nicedir, kadını erkek öznenin nesnesi kılmıştı. Kadınlar için hala devam eden dilin öznesi olma süreci pek çok zorluğa, çelişkilerle dolu bir yola çıkarmıştı eline kalem alanları.  Söz sahibi olmakla, söz tarafından sahiplenilmek arasında sürekli gidip gelen bir sarkaçtı, kadın için edebiyat... Üstelik eril iktidar dişile yer açarken sınırları öyle kati bir biçimde çizmişti ki, bu sınırlar haricinde çıkılacak tek bir yer bırakıyordu kadınlara:  Toplumun dışı.

Kadının edebiyatla imtihanı kendine onun içinde bir varoluş alanı açmakla başlamıştı, erkek yazarlar, eleştirmenler, akademisyenler tarafından takdir toplamaktan, onlar gibi olabilmekten geçiyordu “kadın yazarlık”. İçimizdeki dişil benliğin dışavurumu ise edebiyatın en özgür zamanlarında bile tekinsiz, netameli bir çıkış oluyordu.  

Türk edebiyatında da, sancılı modernizm süreciyle atbaşı giden kadın edebiyatı tuhaf bir şekilde Bildungsroman adını verdiğimiz kişisel gelişim öyküsü türü anlatılarla başlamış ve devam etmişti. Oysa batı edebiyatında sadece erkeklerde görülen bir anlatı tarzıydı bu. Türk kadınları sade bununla da yetinmeyip bu noktada bir farklılığa daha imza atarlar üstelik, genellikle olumlu-mutlu sonlarla biten Bildungsromanlar Türk kadınlarının elinde mutsuz sonlara, gelişim öyküleri gelişememelerine bağlanır.  Kadınlar ne kadar direnirlerse dirensinler sonunda hep yenik düşerler. Adalet Ağaoğlu, Peride Celal, Ayla Kutlu, Sevgi Soysal, Erendiz Atasü’den Latife Tekin’e uzanan bir kaybedenler, tutunamayanlar öyküsüdür Türk kadınlarının kaleminde edebiyat. Dilin öznesi olmaya çalışırken rüyaların diline, bilinçaltının dehlizlerine geçilmiş, cinsiyetçiliğe karşı, ataerkilliğe karşı hesaplaşma yaratılan bu yeni ülkeden yapılır olmuş.   

Oysa edebiyat her şey bir yana “içten geliş”i gereksinir. Rüyalara bile dokunacak kudreti olan bu büyülü yaratım kendi içimizde güdükleştirdiğimiz neyimiz varsa tahammül edemez, ipliği pazara çıkarır, leke kaldırmaz hiç. Ondandır ki şimdilerde de bir tıkanma halinde, eksik yüzünü gereksiniyor.           

Edward Said’e göre edebiyat eserleri tamamlanmamış bir dünyada boşluklar dolduran estetik nesnelerdir: İnsanın inandırıcı (kurmaca) karakterler resmederek insani gerçekliğe katkıda bulunma arzusunu tatmin ederler. Bu gerçekliğe katkı, yapıtın ortaya konduğu çevreden ayrı düşünülemeyeceğine göre Isabel Allende haklı, kadınların edebiyatın her alanında yüzlerini karartıp dile düşme pahasına seslerini çıkarmaları gerekiyor ki, rüyaların dili herkese teker teker öğretilsin!

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.