Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Kaybedenler Kulübü neyi kaybetmişti?

Sevdiğim filmleri birden fazla izlemeyi severim, tıpkı sevdiğim kitapları birden fazla okumayı sevdiğim gibi… Tipik bir sabitfikirlilik hali, yani her şey yolunda… Kaybedenler Kulübü’nü de birden fazla izledim işte bu sabit duruş içerisinde. Diyeceksiniz ki film çekileli yıl oluyor, hikayesini anlatan kitap çıkalı kaç ay oldu, aklın nerede… Haklısınız ya, bir filmi birden fazla izlemeden onun hakkında konuşmayı sevmemekteyim, yerli film eleştirmenleriyle aşık atamam haşa, şahsi sindirim sürecim uzun. Hele ki mesele, gençliğini 90’lı yıllarda Kadıköy’ün yağmurlu, puslu ve karanlık sokaklarında sürterek geçirmiş biri olarak, Kaybedenler Kulübü üzerine konuşmaksa…

 

Zor tabii, zaman istiyor biraz, nesnel olmak, duygusallıklara batmamak falan… Oysa ne kadar çok konuşuldu üzerinde, eleştiriler de aldı bol bol. Zira niyetim ne hikayeyi eleştirmek ne aldığı eleştirilere cevap vermek. Ancak sonuna kadar karşı çıktığım tek eleştiri yeri gelmişken, kahramanların içinde bulundukları politik atmosferi göz ardı ettikleri düşüncesi, olur. Bu eleştiri, eleştiriden ziyade (hatta izlediğini anlamamaktan da öte), o yılları ve içinde bulunduğumuz günü de anlamamak anlamına geliyor, ne acı. Kaybedenler Kulübü’nün kahramanları sosyal ve politik ortama arkalarını dönüyor, kendi yollarında tek başlarına yürüyorlarsa eğer, filmin ve karakterlerin sinizmi nereden geliyor peki? Neye ve kime karşı kaybediyorlar acaba? Niçin kendilerini bu kadar yalnız hissediyorlar. Filmin seksist tavrına mı kanıyor izleyenler, bunca anlamsız, gönülsüz toplumsal ve cinsel ilişkinin bir tür kişisel sapkınlık olduğunu mu düşünüyorlar? Tam da zamanın politik ve toplumsal yapısı değil mi, onları ve o yılların genç insanlarını bu hale getiren. Söz konusu eleştirinin tam tersine, zannımca Kaybedenler Kulübü’nün kahramanları zamanlarının politik atmosferini, bizzat kendi hikayeleri içinde (ki ucu açık ve mümkünse hiçbir yere, hiçbir kimseye bağlanmayan hikayeler bunlar) son derece açık ve etkileyici biçimde ortaya koyuyorlar. Yoğun bir aidiyetsizlik hissi, kültürel çatışmanın kültürel yozlaşmaya dönüşmesinin bir adım evvelki tedirginliği, geçmişe olduğu kadar geleceğe de umutsuz bakış ve her türlü politik mücadelenin beyhudeliği… Daha ne olsun.

 

Bu bizim altmış sekizimiz herhalde, deniyor filmin bir yerinde. Ne tuhaf, çok iddialı ama içinde yaşarken, öyleydi işte... Dışarıdan bakılınca daha küçük çapta yaşanmış bir tür 68 gibi görünüyor olan biten her şey. Herkesin müzikten, edebiyattan ve melankoliden sınava çekildiği o yıllar ve kendini yalnız, ayrıksı, çaresizce duyarlı ve entelektüel gören bir avuç Kadıköylü genç... Şimdi geriye baktığımda, hepimizin o zamandan daha yalnız, daha da melankolik olduğumuzu görüyorum. Giysilerimiz başkalarına benzedikçe, saç kesimlerimiz değiştikçe (artık kızların uzun, erkeklerinki kısa) ve kimilerimizin yaptığı gibi karıştıkça çoluk çocuğa ne hazin ki daha da yalnızlığa batıyoruz. Tek tesellim, 68’den farklı olarak o gün Kadıköy’de yaşanan sanal 68 ruhunun ardında bıraktıkları.  Gerçek 68’den farklı olarak, aramızdan ne büyük reklamcıların çıktığını, ne çoksatar romanlarda yazar olarak adlarımızın geçtiğini ne de piyasa işi yapan meşhur müzisyenler olduğumuzu görüyorum çok şükür. Filmin kahramanlarından biri olan ve radyo programıyla meşhurluk mertebesine ulaşmış Kaan Çaydamlı bile bugün hala iyi ve az satan kitaplar basmaya devam ediyor. O gün henüz yaşarken bir yanılsama olduğundan şüphelendiğimiz şeyin, bugün buruk ve iç acıtan bir gerçeklik olduğunu hazin bir şekilde fark ediyorum. O yüzden, her ne kadar seksist, maço kılıklı gözükse, 90’lı yılların ruhunu konusu gereği sadece fenomenleşmiş bir radyo programı üzerine kursa da, Kaybedenler Kulübü’nü izlediğim her sefer gözyaşlarıma engel olamıyorum. 90’lı yıllarda yaşamış Kadıköy’ün kayıp çocuklarına, havadan civadan değil tüm gerçekten kaybedenlerine, tutunamayanlarına, Akmar Pasajı’nın bitli ruhuna selam olsun…

Yorumlar

Yorum Gönder


Sevgili yazar, "Bir yazı içinde en çok 'eleştiri' kelimesini kullanma rekoru" kırarak eleştirimi kazanmıştır. Tebrikler!


Hala "eleştiri" kelimesinin olumsuz anlama geldiğini sanıyoruz, "edebiyat" hakkında yazdığı iddia edilen "yazar"larımız tarafından bile...

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.