Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Şiir


Şiir / Adnan Yücel

ADI KAYIP




Toplam oy: 783

Deniz yok olursa diyor bir çocuk
Balık kaybolursa
Ne derim benden sonraki çocuklara
İnsanlar kaybolurken gözaltılarda
Çöllerde boğulan nehirler
Ey çocuk
Nasıl varır okyanuslara
 

Adı karanfil ki suçu rengidir
Özgürlük dilinde bir imge
Tutsaklık dilinde bir söylencedir
Karanlıkta bir el koparır dalından
Artık ölüme varmış bir işkencedir


Orman yok olursa diyor bir çocuk
Ağaç kaybolursa
Ne derim benden sonraki çocuklara
İnsanlar kaybolurken gözaltılarda
Dalından koparılan tomurcuk
Ey çocuk
Nasıl meyvelenir sana ve diğer çocuklara
 

Adı narçiçeği ki suçu patlamak
Birdenbire güneşe haykırmak
Ve güneş diliyle kıpkızıl çoğalmak
Karanlıkta bir el koparır dalından
Adı kayıptır artık
Daha meyveye bile durmadan
 

Aç gözlerini o çığlıklaraı çocuk
Kayıp analarının gözlerine bak
O gözler ki karanfil kıvrımında nar çokluğu
Sevda denizlerinde oğul ve kız yokluğudur
Her biri bir depremdir yüreklerde
Her biri açlık içinde zulüm tokluğudur


Sen ki bir badem dalısın baharda
Yüzünde solgun bir yeşil akşamı
Dalıyor gözlerin bir çağın artıklarına
Kazılardan yeni çıkmış gibisin
Bakışlarında düş fosilleri
Güneşli bir yeşili özler gibisin


İnsanlar kaybedilirken ey çocuk
İnsanlık adına
Nasıl başlar bu yeşil ve mavi yolculuk
Hangi gemi kalkar bu ülke limanlarından
Hangi mavilikler karşılar seni
Kıyılar zincir olmuş bileklerde
Dalgalar yargısız infaz
Al kalemi eline ey çocuk
Yeşilin ve mavinin şiirini yeniden yaz



  Mahmut Temizyürek

Adnan Yücel (1953-2002): İkinci Yeni’nin büyüklüğü yanında bir de “kadersizliği” vardı. Bu şiirin doğduğu yıllar ve sonrası, giderek artan oranda, toplumun siyasallaşmasının doruk yılları olmuştu. İkinci Yeni, daha doğduğu yıllarda da “apolitik şiir, anlamsızlığı savunuyor” diye eleştirilmiş, siyasallaşmanın pek de iyi bakmadığı bir şiir hareketi olmuştu. “Kadersizliğinin” bir boyutu buydu.

Türkiye’de şair insan da bir tür “Jön Türk”tür; siyasallaşmanın en önündedir ve tarihinden aldığı gelenek gücüyle atılır, düşünceden çok davranışıyla öndedir. Siyasallaşmanın etkisinin doğrudan hissedildiği 1960’larda olgunlaşan İkinci Yeni’nin karşısında yeni kuşak ikircikli kalmıştı. Bir yandan toplumcu şiirin güçlü damarı yeniden canlanmakta, bir yandan da İkinci Yeni gibi yeni ve kuvvetli bir şiir akımı varlığını duyurmaktaydı. Yeni kuşak, İkinci Yeni’nin getirdiği şiir değerleriyle siyasal şiiri buluşturmaya çalışmış,  ama sonuçta “melez dilli” bir şiir çıkmıştır ortaya. İsmet Özel’in Geceleyin Bir Koşu, Ataol Behramoğlu’nun Bir Ermeni General, Egemen Berköz’ün Çin Askeri Ah Devran, bu tür şiire örnektir.

Oysa, İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve içindeki yıllarda yeniden biçimlenen, modern şiir içinde bir estetik ve söylem gücü kazanan Toplumcu Gerçekçi şiirin usta örnekleri de Arif Damar, Attila İlhan, Rıfat Ilgaz, Niyazi Akıncıoğlu, Ömer Faruk Toprak, Hasan İzzettin Dinamo gibi isimlerin temsilinde görülmekteydi. Sonrasında bu şiire Ahmet Arif ve Enver Gökçe’nin şiirindeki halk edebiyatının ses ve söz değerlerini modern şiirle buluşturup taşıyan öğeler de eklenerek yeniden güçlü bir atılım ve dayanıklılık kazandı. Ancak, bu şiir damarları birbirinin içine girerken bir “bireşim” doğmuyordu yine de; bir yapı çatısında “ikilik” durumu daha belirgindi ortaya çıkan şiirde; kaynaşmamış ama ayrı da duramamış. Üstelik bu alaşım haliyle bile, gündemdeki siyasal sözlerle buluşup, toplumcu şiir öykünmeleri bir modaya dönüştü. Bu, bir bakıma şiirin “gerçeğe” öykünmesiydi. Şiirin yıllardır başına kakılan şey, gerçeklerden uzak olduğuna dair eleştiri, bu kez uygulayıcıları tarafından bizzat yapılır biçimde, gerçeğe öykünme biçiminde sürmekteydi. Şairi öznel bir dile, kişisel bir dünyaya hapsolmuş diye eleştirenler, bu kez iyice anonim bir şiire yönelmişlerdi.

Cemal Süreya 1969’da Papirüs’te bu durumu saptayarak şunları yazmaktaydı: “Özellikle yeni şairlerin, yeni Halk şiirinin devrimci eylemde kullanılan pratik biçimleri, bunların sağladığı hazır izlenimler elverişli geliyor onlara. Ancak, bunda bazen o kadar ileri gidiyorlar ki sağlanan şiirsellik kimi zaman sadece o söz değerlerinin yerleşik, hazır, katılaşmış şiirselliğinden ibaret oluyor. Bizce aldatıcı bir yoldur bu. Şairi kolaya ittiği için de tehlikelidir. ‘Bir bölük turna aktı gökten’ dizesini ele alalım: Güzeldir bu dize; çünkü daha önce güzelliklerini içimize indirdiğimiz bir sürü dil anısıyla, görüntüsüyle halk şiirinde tutkun olduğumuz bir sürü göz bağlaşmasıyla doludur. Ama güzel olsa da neye yarar? Bizim çabamızın bir ürünü değildir o. Bizim içinde büyüdüğümüz dil değerlerinin bizimle billurlaşan ağıntısının ortasından geçmez. Yaşantımızın şiirsel sonucu değildir. Ex ante değil, ex post (ileriye değil geriye) bir bakıştır. Yatırım değildir. Önemli olan bugünlerde içinde yaşadığımız dil değerlerinin bize sağladığı olanaklarda aynı şeyi anlatmaktır. Aynı şey demekle de yanlış konuşuyoruz galiba; yaşantımızın, düşüncemizin, çevre koşullarımızın bizi şimdiki zaman’a getirdiği noktadaki dilin olanaklarıyla mutlaka başka şeyler de anlatabileceğizdir. Şiirin gizleri de, şansları da, bereketi de, yaşayan, daha doğrusu yaşanan dildedir. Özel dil, ancak ortak dilin içinde yaratılabilirse bir değer taşıyabilir; şiirsel duyarlığı iletebilir; vurucu olabilir.” (Toplu Yazılar, sf. 322, YKY, 1995).

İşte, İkinci Yeni’nin düşünür şairi Cemal Süreya’nın dilinden iki kuşak arasındaki çatışmanın somut ifadesi. Bu eleştirinin muhatabı olan kuşak ise, geliştirici bir tartışmaya girmedi ve öncekileri reddetmekle yetindi. Dahası, o yıllarda genç şiire böylesi sert eleştiriler getiriyor olmalarından da yakınıyorlardı.

O yıllarda daha yapıcı, daha onarıcı eleştiriler beklediğini söyleyenlerden biri de Adnan Yücel’dir. Bir söyleşiye verdiği yanıtta eski kuşak karşısında “savunma konumunda kalmış olmaktan” da yakınıyordu Yücel.
İkinci Yeni, Toplumcu Gerçekçiler tarafından halktan kopmakla eleştirilmişti. Ama karşı eleştiri ise, halkı taklit etmekle yeni, devrimci ve ileri bir şiir yapılamayacağı temelindeydi. Bu çatışma asla uzlaşmadı. Çünkü, çatışmanın bir ucunda siyasal bilincin her şeyi masseden gücü duruyordu. Öbür ucundaysa edebiyatın ezelden beri sürdürdüğü özerklik arzusu.

Toplumcu gerçekçiler, “Bizim şiirimizi suçlayanlar, gerçekte dünya görüşümüzü suçluyorlar” diyerek, eleştiri silahlarının, silahların eleştirisine vardığını ve böylece eleştiri dilinin ortadan kalktığını söylemiş ve tartışmanın köprülerini uçurmuş olmaktaydılar (O köprü bugün de virandır, geçit vermez.) Doğru muydu bu? Yıllar sonrasından baktığımızda, “dünya görüşümüzü suçluyorlar” diyenlerin haklı çıkmadığı daha iyi anlaşılıyor.

Devrimcilik hiçbir şey değilse bile, eğri oturup doğru konuşmaktır. Cemal Süreya ve arkadaşları, bu düşünceleri savunurken bir yandan da siyasal kimlikleriyle inandıkları sosyalist mücadeleyi vermekteydiler. Onları kabuğuna çekilmiş küçük burjuvalar diye eleştirmek, gerçeği imlemek değil, bir tür karalama olmaktaydı. Kaldı ki, kabuğuna çekilmiş küçük burjuva da şiirde ileri eylemler, büyük atılımlar yapabilir, bu yeni dil, yeni biçim, devrimin önünde engel değil, yeni bir kazanç sayılabilirdi. “İnsanlığın her türlü ileri mirasının sahiplenicisi” olan devrimci bilinç, ne yazık ki eleştiri silahını yalnızca kendi dışında saydıklarına yöneltip, kendisini eleştirmemekle bir yanını kadük etti, köreltti ve inandırıcılığını yitirdi. Oysa eleştirel bilinç aynı zamanda kendi kendinin eleştirisini de yapabilen bir bilinç olduğu için devrimci bilinçti. Bu doğru ve bu doğrultu atlandı.

Bütün bunların Adnan Yücel ile ne ilgisi var? Adnan Yücel, bugün de bir yönüyle devam eden işte bu kör dövüşü içinde şiirini kurdu. Herkesin herkese söyleyeceği ortak tek söz var ama, hiç biri aynı niyette değil: Adorno’nun hepimizin dilinde dolaşan o sözünü anarak (“Yanlış hayat doğru yaşanamaz”) devam edelim; bu kör dövüşü de kolektif bir yanlış hayatın ifadesiydi ve doğru sonuçlar vermesinin olanağı yoktu. Poetik olan da politik olandı bir bakıma, politik olan da şair için poetik. Necatigil’in şiirinde düzen eleştirisinin nasıl sıkı bir poetik içerdiğini örneklemeye gerek var mı artık. Bu şiir adına ve toplumsallık adına büyük bir olanaktı. Ancak, bu olanağın üzerinden atlandı. İşte bu nedenle, İkinci Yeni’den sonra som, sahih bir şiir akımının doğmamasında bu körlüklerin de büyük rolü vardır.

Yeni bir akım doğmamıştı ama, o güne kadar varolan bütün akımlar da evrilerek ve yeni bileşimler, yeni kazanımlarla varlıklarını sürdürmekteydi. Öyle ki, doğuş yıllarında büyük gürültüler çıkaran ve gürültüsü çoğalarak devam eden, ama asla ikinci bir büyük şair çıkarmamış olan Yahya Kemal şiirinin devamcılarının günümüzde de olduğunu düşünürsek, öteki şiir akımlarının yaşayabileceğine daha çok şans verebiliriz. Bugün Garip şiiri bile yaşıyor; kimi temsilcileri bu şiirin espri yeteneğiyle talk-show bile yapıyor. Öte yandan, İkinci Yeni şairlerinden İlhan Berk, bugün de taptaze bir şiiri, genç bir şiiri sürdürüyor, öteki tilmizlerini saymaya gerek yok. Toplumcu Gerçekçi şiir ise... Burada biraz durmak gerekiyor.

Şiirin yenilenmesi, dilin, duygunun, zihnin yenilenmesidir; bunların dile gelişinin, imgelerinin, biçiminin yenilenmesidir. Nasıl ki, bir felsefe önceki kavramlarla çatışarak ilerler, şiir de önceki şiirle çatışarak ve yapısını yenileyerek ilerler. Toplumcu gerçekçi şiir kendisini yenileyebilmiş midir? Buna hemen “evet” dememeyi yeğleyenlerdenim. Çünkü tümel yargının işe yaramadığı bir alanda düşünüyoruz.

Nazım Hikmet’le başlatacak olursak, onun şiirini aynı güçle devam ettiren birinin çıkmadığına tanığızdır. O, büyük, zengin, sahili geniş, görkemli, turisti bol ama sakini olmayan bir edebiyat adası olarak kaldı. Onun edebi çizgisinde ürün verenler, öncelikle şiire getirdiği yapıyı anlamaksızın, şiirin içindeki fikirleri yenilik sandılar. Dolayısıyla da bir devamlılık olmadı. Ama geniş anlamda “toplumcu” şiir başka mecralarda, başka edalarda ve biçimlerde var oldu; hiç biri diğerine benzemeyen biçim ve yapı özellikleriyle Attila İlhan’dan Ahmet Arif’e, Arif Damar’dan Rıfat Ilgaz’a, vb. yenilikler buldu. Bu adları ortaklaştıran tek bir olgu vardı; toplumsal konulara odaklanmış olmaları. Başka bir ortaklık aramamak gerek. Bir bakıma şöyle ilerliyordu toplumcu şiir: Tarihsel maddeciliğin şu ya da bu ilkesi, bildirgesi, yeni bir şair tarafından bir kez daha keşfedilip dile getiriliyor, zamanla o da unutuluyor, bu bir daha bir daha olageliyordu. Zincirleme ekleniş değil, unutularak, bilinçaltından patlayıp yeniden doğuştu bir bakıma.

Adnan Yücel şiiri bu “yalnızlıkta” belirir. Adnan Yücel, toplumcu gerçekçi şiiri, bırakılan (“unutulan” mı demeli?) yerde, yeniden diriltmiş bir şairdir. Yapıtlarının zihinsel ve poetik iç tutarlığı o denli güçlüdür ki, ilk kitabından sonuncusuna, aynı temaların yeniden, yeni bir esinle, gürleye coşa, inleye şahlana canlandığını görürüz.

Divan şiirinde güçlü şiirin mersiye olduğu söylenir; halk şiirinde ise bunun karşılığı ağıt’tır. Bu iki tür de, insanın zor deneyimleyeceği bir acıyı, bir duygusal yitimi, bundan da ağır bir duyguyu işlemeli ve bunu güçlü bir biçimde yapmalıdır. Adnan Yücel’in çoğu şiiri işte bu temayı, ağıt temasını sürdürür. Ancak, ağıdı içindeki çığlıktan, isyandan dolayı, öncelikli biçimde acı ile alımlamayız. Öncelik, öfke ve isyandadır, bu duyguları duyumsarız. İşte şöyle bir inleyişle birlikte kimi zaman: “Ben kimim bu saatte Behçet’siz sularda/Çılgınlığa mendil sallayan kişiliğim/Aşkım ve kavgam nedir buralarda”.

Acının dokunaklı diliyle, toplumsal inançlarının tutarlı sürdürücüsü olmak arasındaki o çatışmalı ince çizgide zarif biçimde durmayı bilmiş bir şairdir Adnan Yücel. Bir yanı Sandor Petöfi’yi, Atila Jozef’i, bir yanı Neruda’yı çağrıştırır. Bu şairler de Lermontov, Puşkin gibi soylu şairleri çağrıştırmışlardı. Adnan Yücel’deki şair benlik, doğru bulduğu bir düşüncenin, belirli bir yaşamın uğruna kavga vermek üzere yaşamını, estetiğini, duygularını oluşturmuş, bu eksende giderken yol boyu savaşta bir benliktir. Şiiri, Seine köprüsünden geçip Paris’i saran Komünarlar’a, Kızılırmak’tan doğan türküyü duyumsatmak istemesi imgesiyle somutlaşabilecek bir yerel-evrensel bağla örülmüş duyarlılık içinde güncellik kazanmıştır. Ülkesinde yaşanan her toplumsal acıya açık bir duyarlılık olduğu gibi, bunların küresel anlamlarını da iyi bilen bir bilincin sancılarını yazmıştır. Buna karşın, acının şairi denemez ona. Şiirinde acı, umudun nedeni gibidir. Yıllar önce İsmet Özel’in devrimci yıllarının şiirlerinden Yıkılma Sakın’daki dize gibi, “Ölüyoruz, demek ki yaşanılacak” benzeri bir umuttur bu. Adnan Yücel’in bir şiirinin adı “Ölümün Adı Zafer”dir ve şu dizelerle işler: “Ey yağmurun yakasına sarılan toprak/Güneşi köpüklerinden güldüren ırmak/Amansız sarılara bırakmak yok ölümü/Bezgin yakarışlara bırakmak yok/Sular da değişiyor-taş ve toprak da/Ölüm de değişiyor ölümün anlamı da”.

Şiirindeki yapı, şair benliği ile devrimci benliğini çatışmalı biçimde karşı karşıya getirmek değil, birbirini doğrulamak üzere biçimlendi Adnan Yücel’in. Öyle ki, bu ikisi arasında bazı zamanlarda zor kurulan estetik doku zedelenmiş olsa da, gönülden bağlandığı asıl damara, devrimci damara yaslandı şair. Benliğinin anonim kalmasından bile gocunmayacak denli bir adanmaydı bu; öyle yaşadı.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Şiir Yazıları

 

Riitta Cankoçak

bilmece

 

kadın derin bir devlettir

atlarla gider

yosunlarla döner her gece.

CÜMLE HAYAT

Soner Demirbaş

 


Yem olmamak için azgın fırtınaya, sığınmıştım bir ardıcın kovuğuna

 

Gonca Özmen

 

BÖLÜNMELER

 

Kusura, vardım 

Benimdir dedim bu eski söz

 

Kime açıldıysa kapılar 

Kapananı benim dedim

 

Beni bir avuntudan oldurmuşlar 

De ki sıkıntının içini oymuşlar 

Böyle böyle sezdim dilin de sabrı var 


Buyur, karıştır çekmecemi,

sana yazdığım şiiri bul.


Atmakta üstüne yok; hay hay,

fırlat yere, onca kelimeyi.


Sina gelir, süpürür.


***


Seni salıncağa..  

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.