Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Şiir


Şiir / Fazıl Hüsnü Dağlarca

BİR ÜLKE




Toplam oy: 754

Bir ülkeyi arıyorum,
Düşünceden geçen ıtır

Bir ülke ki sükûn mavi,
Bir gül gibi açacaktır

O mavimsi zamansızlık,
O mavimsi akan asır

Bir ülkedir ki Allah'ı
İnsanı, yalnız bırakır.



  Mahmut Temizyürek

Fazıl Hüsnü Dağlarca (1914-2008): Bir dil için şair nedir? diye sorsalar, ikirciksiz şu yanıtı verenler vardır: Şair o dili yaşatan, yeşerten, ölümsüz kılan kişidir. Çünkü, o dilin yaşantısı içinde, sözcüklerin yaşam güçlerini sınayan, onları dinleyen, onlarla konuşan, onları besleyen, bakıma alan, suyunu veren, tımarını yapan kişidir şair. O nedenle Türkçe, kendisinin yarattığı ve kendisini yaratan şairlere çok şey borçludur, şairler de Türkçe’ye. Dağlarca son yüzyılda Türkçe’ye görkem kazandıran, Yavaşlayan Ömür adlı ilk şiiri 1933’te İstanbul dergisinde yayımlandığından bu yana Türkçe’yi onurlandıran, bu dili evrenin tüm yaşam alanları içinde dolaştırmak için yaşayan şairlerimizdendir; Yunus gibi, Karacoğlan gibi, Nâzım gibi...

Türkçe, şiiri Dağlarca gibi safça soluyan şairlerin eseri, bu saflıktaki şairlerin dilidir? Kimseyi kimseyle kıyaslamak istemeyiz ama Dağlarca akla geldiğinde şiiri bir soluk gibi, açlık gibi, yıkanmak gibi, öpmek gibi düşündüğüne ve yaşadığına 1930’lu yıllardan bu yana bütün kuşaklar tanık oldu. "Şiir benim ikinci annemdir” diyor Dağlarca bir söyleşide ve şunları ekliyor: “Şiir yazmakla okuma-yazma birbirine benzemez. Şiir yazmak acıkmak gibidir, yıkanmak gibidir, öpmek gibidir. Bunların okumayla, yazmayla ilgisi yok. Ben okuma yazma bilmeden büyük bir raslantıyla şiir denen ‘tansığı’ sezdim. (Dört yaşındayken, der bir yerde). Bu, anne-babaya, kardeşe benzemiyordu. Bu, gökyüzüne benziyordu. Bu, ev içindeki yaşamaya benziyordu. Gece denen o birbirine benzemez hayvanlara benziyordu. Birbirinden uzak, birbirine aykırı hayvanlara benziyordu. Duyduğum görüntüleri, gözün dışındaki görüntüleri anlatmaya çalıştım. Yazdıklarımı ezberlemeyi sürdürdüm. O günlerde de sandım ki yazı yazmak şiir yazmak demektir. Her yazı şiirdir sandım. Yazı yazmayı öğrenir öğrenmez ilk örüntülerimi bu kez yazıyla sürdürdüm. Şiir benim ikinci annemdir.”

Şair ile dil arasında, bu dil ile şairin imgesindeki evren arasındaki bağın kurulması sırasında nasıl bir şiir tasarlandığı daha kitabın adından bellidir: “Havaya çizilen dünya”. Kitabın adı bile, Dağlarca’nın şiirle ne yaptığını ve daha sonra ne yapacağını söylüyordu. 1935 yılında gün yüzüne çıkan bu yapıtında şair, şiir evrenin tüm uçlarını verdi. Şair bu ilk kitabını “Çok pencereli bir ev”e, evin içinde çok elli bir gence, ve bu gencin tüm evreni görmek için bütün pencereleri açıp seyre dalmasına benzetir. (Yapıtlarımla Konuşmalar, sf. 11, 1999). Ardından Çocuk ve Allah, bu evrenin çocuk ruhuyla kurulmuş biçiminin tüm renklerine uzanmıştır. Kendisi için en doğurgan yapıtı Çocuk ve Allah’tır, desek yanılmış olmayız. O yapıtıyla Dağlarca, şiir evreninin boyutlarını çizmiş gibidir; daha doğrusu sınırsız bir şiir evreni olduğunu müjdelemiştir. En uzak ile en yakın olanı, en büyük olan ile en küçük olanı, en acı olan ile en sevinçli olanı yan yana duyurur onun şiiri. İnsanın evren içindeki bütün yaratıklardan daha geniş olan kuşatıcı hayal gücünün işaretlerini verir. Daha sonra döne döne, özene bezene işleyeceği temadır bu. Açık ile gizem, aydınlık ile karanlık, çirkin ile güzel, bütün zıtlıklar, sarmal bir örgü gibi kavuşur, sanki canlı varlıklara dönüşür Dağlarca’nın dizelerinde.

Dağlarca, doksan dokuz’dan ya bir eksik ya bir fazla yapıt verdi demiştik. Bu sayı artsa da böyle demek en doğrusu. Fazlası da eksiği de Türkçe’nin. Şimdi kurgusal bir olay tasarlayalım, bu yapıtların Türkçe için nasıl bir yaşamsal anlam taşıdığını anlayabilmek için: Dünya’da bir felaket olsa, Dağlarca’nınki dışında bütün Türkçe yapıtlar yok olsa, sonraki kuşaklar ya da bir grup dilbilimci, Türkçe’yi bu yapıtlarla yeniden kurmak istese... Eldeki yapıtlarla ya bir eksik ya bir fazla sözcükle Türkçe, kaybolduğu andaki dil zenginliğine ve güzelliğine yeniden kavuşur. Bu duyguya inandırır insanı Dağlarca’nın yapıtları.

Dağlarca, sözcüklere ilk dokunuşundan bu yana şiir yazıyor. Bu şiirler, dilin bütün rahatlığını taşıyor olsa da, anlamı bir’e indirgenecek, onu da hemen ele verecek şiirler değildir. Her anlam katmanı açıldığında, sonraki katmanın varlığını da işaret eden ya da hissettiren bir evren oluşturur bu şiirler. Dağlarca, bunca yoğunluğuna, içimizdeki ve dışımızdaki evreni imgelerle kuşatarak bizi içine almasına karşın, ulaşılamaz bir şiir kurmuştur. Benzersiz bir şiirdir bu, benzersiz bir şiir evreni. Daha doğrusu yanına kolay kolay yaklaşılamaz, taklit edilemez bir şiir dünyası. Taklite kalkışılırsa taklitçinin foyası hemen ortaya çıkacak güçtedir şiiri. Oysa sözcükleri som Türkçe, dizeleri rahat, anlatımı yalın bir şiirdir bu. Öyle ki, “ne var bunda, ben de yazarım” dedirtecek rahatlıktadır. Bu duyguya kapılan birine Cemal Süreya’nın verdiği yanıt, unutulmaz.
Cemal Süreya ile o kişi arasındaki konuşma şöyledir:
“Dağlarca’nın şiirinde ne var ki, ben onun yazdığı gibi hemen şuracıkta kırk şiir yazarım”.
Cemal Süreya:-
“Doğru, yazarsınız. Hatta ben de kırk yazarım; ama Dağlarca kırk bir yazıyor.”

Konu zenginliği açısından, adeta sonsuz bir çoğalma içinde yaşar bu şiirler. Uzandığı her konuya yeni bir imge alanı açarak çoğaltır kendisini, konu başka bir kâinata taşınmış gibi olur. Yaşam ile ölüm, Tanrı ile Zaman, Uzak ile Yakın gibi felsefi kavramlar ile Çakır’dan Sivaslı Karınca’ya, Anadolu’nun kavruk yaşamından uygarlığın vardığı noktaya, oradan da dilin bilgisayar gibi işleyen yapısına uzanır gider. Burada kalır mı, evrenin fizik denklemlerinden Pi sayısının kurduğu dengeye, olağanüstü kocaman elleriyle uzanır; dehşet bir iştah ve kamaşma ile uzanır. İmge ile bilginin, hayal ile gerçeğin, hayvan ile insanın çelişkili ayrımlarında karanlıkta duran boşlukları kurcalayan, o boşlukta şimşek çakan bir şiirdir bu. Sözcüklerinin arasından bilincimize doğru keskin bir aydınlanma fişeği gönderir gibidir şair.

Dağlarca, Anadolu destanlarının birçoğunu yeniden işledi. Türk tarihinin dönüm noklarını, İstanbul’un Fethi’ni, Çanakkale Savaşı’nı, Kurtuluş Savaşı’nı, 19 Mayıs’ı, Kubilay Olayı’nı… ışıltılı bir Türkçe ile destanlaştırarak işledi bu zamanları. Yunus Emre’yi, Mevlana’yı, Şeyh Galip’i, Pir Sultan Abdal’ı, Karacoğlan’ı yeniden yorumladı. Bu çağda kağnıların hızına mahkum olmuş Anadolu yoksulluğunun El Kapıları’nda yaban ellerinin sokaklarını süpürmeye uzanan utancını da yazdı. Halkın bu yaşantısının nasıl da gurur kırıcı olduğunu hissettirdi. Ulusal gurur, şairin hem kanadığı, hem de şahlandığı bir teme oldu her zaman. Türkçe’nin ölümsüz şairlerini anımsattı, o sesleri yeniden, bu günler için canlandırdı dizeleri; günümüzde, bugünkü Türkçe’nin yapısıyla, yaşadığımız dünyanın ruhuyla geçmişteki ozanları duyumsayarak yazdı. İnsanın Taş Devri’nden uygarlık adlı yeni vahşetine, Hiroşima’dan Viyetnam’a, Afrika’dan Irak’a, balinalardan kuşlara, uzaydan toprağa elleriyle dokunurcasına eğildi.  Her bir şiiri, Türkçe için bir laboratuvar çalışması titizliğinde ve büyük bir deney değerindir. Bazen bu laboratuvar, seri üretime de girişiyor olabilir; bulduğu biçemde ısrarı bunu düşündürebilir kimilerine.

Dağlarca, bütün bunlar değilse eğer, Türkçe’nin semasında yaşamayı yeğlemiş, taşı toğrağı, ağacı kuşu, hayvanı bitkisi, eski insanı yeni insanı canlı bir gezegen, belki de bir şiir kâinatıdır.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Şiir Yazıları

 

Riitta Cankoçak

bilmece

 

kadın derin bir devlettir

atlarla gider

yosunlarla döner her gece.

CÜMLE HAYAT

Soner Demirbaş

 


Yem olmamak için azgın fırtınaya, sığınmıştım bir ardıcın kovuğuna

 

Gonca Özmen

 

BÖLÜNMELER

 

Kusura, vardım 

Benimdir dedim bu eski söz

 

Kime açıldıysa kapılar 

Kapananı benim dedim

 

Beni bir avuntudan oldurmuşlar 

De ki sıkıntının içini oymuşlar 

Böyle böyle sezdim dilin de sabrı var 


Buyur, karıştır çekmecemi,

sana yazdığım şiiri bul.


Atmakta üstüne yok; hay hay,

fırlat yere, onca kelimeyi.


Sina gelir, süpürür.


***


Seni salıncağa..  

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.