Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Şiir


Şiir / Esra Balaban

Çamaşır




Toplam oy: 817

ne diye çıkmıştık yola biz sahi
unuttuk gitti tuttuğu
gibi ensemizden bizi hayat
tahta mandallarla çamaşır ipine dizdi

yazdı eskiden
sallanıp dururduk neşemiz daimi
kurudukça kururduk

ayy! yan tarafta bir vişne ağacı
ya değerse bize olalım hercai
bembeyazdık oysa
çamaşır sularından defalarca geçtik
yok yahu o değildi
o zamanlar çivit vardı üstüne üstlük
kaynatılmıştık ya öncesinde bir nevi

bir sigara yakardı
bizi yıkayan hayat yorulduğunda
içimiz giderdi de izin vermezdi bize kokarız diye
olsa olsa bordo ve ekşi
bir korku düşerdi payımıza

komşununkinden daha beyaz olmalıydık
ak pak
ya gri bir bulut geçerse üzerimizden
diye uyku girmezdi gözümüze
öğlen vakitleri

akşam olurdu da durulurdu
yüreğimizin çarpıntısı bir parçacık
kırlangıçlar bir telaş dönerdi eve
biz beklerdik toplasın diye izi hayat
koyduğu yerde bırakmayarak

göğsümüzde ip izleri



  Mahmut Temizyürek

Esra Balaban (1970): Şiirin ve şairin zuhur edişi açısından, şimdilik akıl yürütebildiğim iki kavram var: Raslantı ve Zorunluluk. (Rastlantı mı yazmalıydım?) Şunu demek istiyorum: Nazım Hikmet bir raslantı, Yahya Kemal, Faruk Nafiz, Ahmet Haşim bir zorunluluktur. Mehmet Müfit bir raslantı, Akif Kurtuluş bir zorunluluktur. Ve her raslantı, zorunluluğun gölünü bulandırır, durulduğunda aynı göl değildir göl. Bu yaklaşımın dar ve kesin diline bakıp bir “Prokrustes hazır tabutu daha!” denilmesin; belki de öyledir ama yine de bir anlama, bir fikir deneme çabası gütmeyelim mi? “Nedenlerini bilmediklerimiz raslantı, bildiklerimizse zorunluluktur.” Böyle demek daha doğrudur belki, ama daha gerçekçi gelmiyor bana: O zaman bu gelişmiş akıl kendini benim sürdürdüğüm yanlışta sınasın. “Karşılaştırma”yı küçümseyebiliriz. Ama daha iyisini bilen varsa, henüz yazmıyor.


Örneğimiz Türkçe şiir sürecinde bir raslantı; Esra Balaban. Nedenini yazmayı deneyeceğim.
İlk ve bildiğim kadarıyla Balaban’ın tek kitabı Yeminli Levanten Manastırı (2005). (Kayseri’de basılmış kitap, muhtemelen şairin kendi parasıyla. İdil Yayınevi’nden, Emin Akdamar’ın kitabıyla birlikte basılmış.) Bugüne kadar Türk şiirinde tanıdık hiçbir sesi andırmayan, belki biraz Metin Eloğlu ve Can Yücel edası dışında (kimi jestlerden, gündelik dili kullanış tarzından ve bazı göndermelerden çıkıyor bu kanı. Yine örneğin Eloğlu’da, Yücel’de ya da Cevat Çapan’da, Hakan Savlı’da, Nazmi Ağıl’da rastladığımız türden, şiirin yaşandığı anda, “bir belirli an”da, ansızın keskin bir anımsayış anında yoğunlaşıyor şiir ve bu yoğunluk Balaban’ın bütün üslubunu kuşatıyor. Andığım bu şairlerden de sıkı bir sözcük ekonomisi var Balaban’ın. “Zaman çok arsız suçlu / yalancı da üstelik // Ne demiş Sühendan abla / Bir kadın / topuğundan başlar yaşlanmaya.” 


Yetmiş dokuz sayfaya sığdırılmış 70 şiir. Her şiirde, dünya içindeki yerini yeniden hissedişine dair bir umut da edinerek düştüğü ve dalgalandığı duygu akışları; gündüz düşünde gördüğü uçma ve düşmeyi, kaçma ve kırılmayı, ayrılma ve buluşmayı, anma ya da yâd etmeyi belirsiz bir öykünün içinde işliyor. Bizi o ana yoğunlaştıransa şairin kelimelerle kurduğu sıkı ilişki. Hiçbir sözcük dilinden kaçıp da kağıda düşmüyor. Sanki değil, kesin. İlk kitabında bu denli güç bir poetikayı icra edebilmiş Balaban.


Bu poetik icrada raslantı olansa şu: Tek bir imge yok ki, “Doğu”ya özgü olduğunu sandığımız, bir ahı vahı abartsın. Tanrısız yaşayabileceğine inanmış bir modern, bunu denemekte ısrarlı. Belki bu kararlı tutum yüzünden sözcük ekonomisi yüksek sıkılıkta. Kendini inandırmaya uğraşmıyor, inanmış çıkıyor yola. Öyküsü de bu seçilmiş sözcükler içinde, imgesi de, en kederli duygusu da; ve göz kamaştırıcı bir yalınlıkta betimlediği, erosun kaynağından çıkıp arzunun yönelttiği amaca dönüşme anları da. Bu eksiltici tutumun kazancı, o yerinde sözcüklerin okunduğu anda yarattığı çağrışım alanının genişliği, zenginliği ve iç ahengi. Buluşlar birbirinden parlak, şıkırdıyor inciler gibi, göz almadan ama, taze bir göz vererek hem de.


Balaban’ın dili, bildiğim şairler arasında Gottfried Benn’in şiirinde görülen türde. Ama Benn’de olduğu gibi morg düzeyinde bir soğukluktan güç alan o acımasız dille işlemiyor üstelik. Nelly Sach’ın şiirindekine benzer bir gizemi de kuşanmış, kadınsı bir yumuşaklık ve çoğunlukla kadınlarda gözlemlenebilecek, denetlenmiş bir sahicilikle işliyor. “Kendisi olan”ı çoktan sorgulamış, sorgulamayı bırakmamış ama rahat bir tutum edinmiş bir kadının yeni dili var Balaban’da. Ustalıkla değil, seziş gücüyle.

Neden ustalıkla değil? Bilinçle seçilmemiş ve çünkü “ustalık” kendini icra ederken o yetişkin kibriyle çok kez ele verir. Balaban’da yok. Balaban’da, kibrin sevimlilikle kırpıştığı kirpikler var, o kadar; o kirpikler arasında apaçık gördüğünü içselleştirirken şiirini yazıyor. Çoğaltmadan, azaltmadan, savurmadan nesneleri. Bu minimalist tutumunun yanı sıra kübist bir resme bakarken hissedilen türde yadırgatıcı bir duygu da veriyor şiirler. Resim, ama kımıldıyor dar çerçevesinde; şiir, ama şairaneliğin yaldızlı bataklığına hiç tenezzül etmiyor. Özellikle yontulmuş, kesilmiş, biçilmiş bu konularda. Şiirdeki her keskin ayrıntı, her nesne canlı bir kişilik edinmiş durumda, dinamik bir kişilik. Şair o nesnelerin yerinden kendine, hayata bakıyor, yukarıdaki şiirde olduğu gibi. Yalın gerçek ile alegori elele, somut ve soyut imge ironik biçimde beliriyor. Bir dalgalanma yaratıyor Balaban, bu rüzgârda karışan renkler birbirini arıyor, dağılan parçalar birbirine yöneliyor yeniden ya da uzaklaşıyor birbirinden, uzay boşluğundaymış gibi. Bu denetimli dalgalanmada kırık kesik parçacıklardan oluşan hayat, kendini açık ediyor. Anlar görünüyor yalnızca, eski perdeyi, tarihi, dibe çekip bakınca pencereden. Anlar içinde o tarihin tümü “şimdi ve burada” olanın açtığı geniş boşluğa doluşuyor. (Kişisel tarihin, kuşkusuz.) O anlardan birinin sonuç tablosu şöyle: “böyle geçiyor günler / ara sıra kendi güzelliğimizi yemekle /ödüllendiriyor hayat bizi / kınıyoruz hayatı / ıkınarak benliğimizi”. “Enfraruj Niyetler” başlıklı şirden aldığım bu parça, aslında bir toplama çıkarma metni. Çok kez böyle yapmıyor Balaban; ya bir muammaya, ya bir alegoriye, ya da sert bir ironik imgeye teslim ediyor şiiri.  (“Elime batıyorsun / ayrıntıya giriyorum:” dizeleriyle başlıyor örneğin Melek Açacağı adlı (muhteşem) şiiri. Sonuçta şiiri şöyle bitiriyor, bir sağırlıkla karşı karşıya olan şair:
“diyorum ki
ıslatırsan kayarım elinden
sen yine de kurutma beni”. 
(Şiirin en sonunda yazık ki şu fazlalık dize: “ne diyorum kime”. Fazlalık yok mu demiştim, eyvah!)
Sorulabilir: Şairin o öznel anlarından türemiş şiirden bize ne pay düşecek ki?


Balaban’ın çok eski bir Latin deyişiyle yanıtlayacağını sanıyorum, bu tuhaf soruyu: Neden gülüyorsun ki / anlattığım senin hikayen!” Quit rides, De te fabula narratur!


Beş yıl önce bir taşra ıssızlığına ya da mecburculuğuna bırakılmış bu tek kitabın şairini nerede kimler okur? Nasıl kıskandım o eşsiz azınlığı, nasıl!

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Şiir Yazıları

 

Riitta Cankoçak

bilmece

 

kadın derin bir devlettir

atlarla gider

yosunlarla döner her gece.

CÜMLE HAYAT

Soner Demirbaş

 


Yem olmamak için azgın fırtınaya, sığınmıştım bir ardıcın kovuğuna

 

Gonca Özmen

 

BÖLÜNMELER

 

Kusura, vardım 

Benimdir dedim bu eski söz

 

Kime açıldıysa kapılar 

Kapananı benim dedim

 

Beni bir avuntudan oldurmuşlar 

De ki sıkıntının içini oymuşlar 

Böyle böyle sezdim dilin de sabrı var 


Buyur, karıştır çekmecemi,

sana yazdığım şiiri bul.


Atmakta üstüne yok; hay hay,

fırlat yere, onca kelimeyi.


Sina gelir, süpürür.


***


Seni salıncağa..  

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.