Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Şiir


Şiir / Gülümser Çankaya

Devrim




Toplam oy: 752

biri rüyasında okşuyor beni
ben bunu örtüyorum üstüme
ben bunu düşündükçe
büyüyorum

bizi zehir gibi saran o boşluğu
öbür yana deviriyorum, devrim
oluyor

bir ormanı buluyor bazen
bir denizi gitmek
ben sana kaç ırmakla koyuluyorum

kaybediyor beni genişlettiğin
dünya. ben bir unutuşla
karnımı yakıyorum

sana kalıyorum eşiğinin ahşabı
üzerinde inci

içimde sona eriyor uzak
biri rüyasında öpüyor beni
geliyorum.



  Mahmut Temizyürek

“Dildeki cinsiyet” kavramına en iyi örneklerden biri, Gülümser Çankaya’nın “Soğuma” kitabındaki şiirler. Saf bir örnek değil, ama zaten saflıktan da “soğuyan” bir örnek. Ses katmanları arasında eril kimlikler olsa bile bu böyle; Cemal Süreya da var, İlhan Berk de, Necatigil de var (özellikle sözcük eksiltme tutumunda) bu şiirdeki seslerde. Dahası da var. Sonuçta, etkilendiği şairlerin eril dilini kendi cinsiyet diline dönüştürme çabası veriyor Çankaya.
Aşağıdaki şiir… Kadın kişideki bir devrim durumunu anlatıyor. Rüyada bir orgazm durumu diyenler de çıkabilir. Ama kişide yaşanan bir devrim bu; ondaki kendine ait gibi duran boşlukta bir devrim, bu boşluğun kimin tarafından doldurulduğunu sorduğumuz anda başlayan, kendi için olanı isteyen bir kadının devrimi. Cinsiyetinin duyuşunu  içeriyor dişil bir dil örüntüsüyle. Çünkü sözcüklerin bir araya geldiğinde oluşturdu dil siyaseti, bulaşık ya da eklektik olandan hazzetmeyecek derecede  birbirine bağlanıyorlar. Çankaya’nın kitabına alınlık yaptığı gibi; “bazı sözcükler diğerlerini kilitler.” (W. Shakespeare).


Ne demek istediğimi bir araştırmadan örneklemeye çalışayım. Araştırma, Luce İrigaray’ın; Fransız dilindeki “söylemin cinselleşmesi” kavramıyla karşıladığı durum üzerine. Araştırma, kadın erkek dilinin sözcük kullanımından imgeye kadar açık ya da örtülü ayrıştığını saptıyor. Zihinlerdeki en sancılı konulardan biri bu şimdi. Dildeki cinsiyetin tezahürlerini düşünmeye başlayan kadın-erkek insanlık kendini yenileme çabasında, öteden beri. Dil, bilincin yapısı; ama bilinçdışının da koşulu, yapıcısı, kurucusu olarak belirlenmiştir, biliyoruz (erkek) Lacan sayesinde. Bedende karşılık bulan bu doğacıl-kültür konusu, “ikinci cins” sayılan kadının uyanış alanı olmuştur, Gülnur Savran’ın çalışmasında ortaya koyduğu gibi. Bu konuda uyanmış şair kadınlar, kendi sesini bulmaya başladılar. Ansızın uyanış başlayabilir, hazırsa uyanışa bilincin toprağı. Uyanış, rüyada birinin okşamasıyla da başlayabilir, “Devrim” şiirinde olduğu gibi. “(B)unu düşünerek büyüyor” olacaktır şair; “sır verir teni bir çıplağın” diyerek doğa-kültür bağına teklifsiz dalacaktır. Bağcıyı da döver, gerekirse, üzüm de yer; haklı! Bağ onun emeği çünkü. Ama şimdilik erkek bağcıyı dil ile döverek soğumaktadır onun hükmettiği dünyadan; onu en hamhalat halleriyle betimleyerek. Çilek yerken soğan kokan ellerin sırrını da duyacaktır, gidenin treninin kendisinden nasıl bir ölüm maskını götürdüğünü de. Bir başlangıçtır bu, yaşam için yeni bir başlangıç. Ana damarı gür, kılcal damarları zengin bir devrim durumdur bu; uyanışla birlikte sürekli süreksiz devinecektir. İçimdeki hangi ses kadının, hangisi erkeğin? Bu soruyla boğuşa boğuşa gelişecektir yeni dil. Baskılanan geri dönecektir er ya da geç.  Şiir bu yüzden vardır, olmazsa olmazdır hem de. Bunu sorgularken yeni bir dil, yeni bir adalet, yepyeni bir hayat yolunu bulmaya başlamıştır, akarsu gibi çatlağını bulan kadın.



Ana hatlarıyla Simone de Beauvoir açmıştı Fransa’da bu yolu. Kadın “eşit” değil “farklı”dır diyordu. Her fark gibi hakkını, özerk  konumunu, gasp edilmiş adaletini arayacaktır. Luce İrigaray, bu düşünceyi geliştirenlerden biri oldu. “Örneğin” diyor İrigaray, “çoğullarda kullanılan imler, yalnızca erkeksi ilişkilerin içerilmesi koşuluyla, eril olarak korunabilir; bu da kamu düzenindeki değiştokuşların yalnızca eril değiştokuşlar olduğuna işaret eder. Tıpkı değiştokuş tarzı, imge ve temsil dizgesi gibi, dilsel düzgü ve eril özneler için üretilmiştir. Tanrı bu yüzden babadır; bir oğul sahibidir ve bunun için işlevi annelikle sınırlanmış bir kadını kullanır.” İrigaray’ın bu saptamasını yalnızca Hıristiyan kültürde ve Fransızcadaki “le, la” eklerinde bulunduğunu söylemek saflık olmaz mı? Her kızdığında “amına koyum!” iştahlı söyleyişiyle taçlandıran her eylemi “sikerim”le bitirmeden huzura eremeyen eril Türkçe söylem çok mu masumdur? Aslında hemen her sözcüğe sızmıştır bu, hemen her bağlama. O yüzden, gramer de, sözcük de, yan yana gelişleriyle her zaman politik bir cinsiyet düzeni kurarlar.


Türkçede, Leyla Erbil’in 1950’lerde uyanıp kurduğu ve geliştirdiği dişil dil, bugün bu anlayışla yazılmış yapıtlarla hızla nicelik ve nitelik kazanıyor. Bunlardan biri de Feyza Zaim’in ASPA-HANA”SI. “Tüm seslerin kopup geldiği /sessizlik / tüm varlıkların kopup geldiği /hiçlik” diye fısıldadı Aspa-Hana kulağıma, “anam/ Kapa-Maya”. Bu söz, erkeğin de söylemidir yapıtta. Dil, en başa, doğduğu, doğurulduğu dişil âna dönmüş, oradan konuşmaktadır kahramanlar. Kamusal alanda da böyle bu, özel alanda da.


Bu kitapta, başlangıçtaki sözün dişil söz olduğu, “rahman ve rahim” olanın kadın olduğu işlenir, ta en baştaki bir öykü üzerinden ve yepyeni bir biçemle. “


“Özel olan politiktir” demişti kadınlar, Gülnur Savran’ın uyarısını unutmadan hatırlamalı bu sözü: “bireysel seçişleri fetişleştirmeden”. Örneğin, hiç anne olmamış, hiç çocuk doğurmamış, doğanları de yemiş harcamış devlet baba, “üç çocuk” ister anne kadından, ya da kimi ülkede olduğu gibi tek çocuk, kimindeyse sınırsız sayıda. Nüfus sayılarını belirlemek, felaketlerden ve doğumlardan kapitalist üretimin ihtiyacına göre yararlanmak, erkek toplumun yönettiği üretim biçiminin vazgeçilmez yasasıdır, Robert (Thomas) Malthus’dan bu yana. Bir ülkede kadın ve erkek nüfusu sayılırken, yeni doğmuş kız çocukları da “kadın” nüfus içindedir ama onlara “kız” derler, kadınlık ancak, bir erkekle evlendiğinde başlayan bir durumdur bu toplumda. Nüfus sorunu, sosyal Darwinizmle algılanır ve baskıyla, buyrukla, vahşetle faşizanlaşır. “İffet” üzerine döner faşizmin çarkları. Bazen zorlayarak, bazen rıza ile güdülür hegemonya. Bu koşullarda “Kadın, bir sosyal sınıf” olduğu bilincinde olmak zorundadır, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın deyişiyle.


Genç kadın hamiledir, çocuğunu düşürür bir eylemde, polisten yediği darbelerle. Eril dil, “ne işi vardı orada o hamile kadının?” deme pişkinliğini sahneleyebilmektedir, tüm sırıtkanlığıyla. Böyle bu; ama böyle mi kalır? Gülümser Çankaya’nın kitabına nakış gibi işlediği, bu dünyaya karşı bir “Soğuma” ile başlayacaktır bu uyanış, eril dünyanın dilinden, söyleminden soğuma ile. Çankaya’da bu bir başlangıca, bir manifestoya dönüşmüş adeta. “ (B)en insanı okumuştum bu gidişten / eve gelip soğumuştum” dizelerini, “soğumuş güvertesi aşka aşk/ demeyecek kadar” ile devam ederken birden şu dizeler belirir: “ateşi yükseldi ormanın / suyu düşünecek kadar”. Her devrim suyunu özler, bulur elbet bugün yarım kalsa da. Gülümser Çankaya’nın şiiri ne güzel yakışıyor bu kalkışmaya. Keşke, içinde neden bulunduğunu bilemediğim “iyi kız” sözleri de olmasa.

Diğer Şiir Yazıları

 

Riitta Cankoçak

bilmece

 

kadın derin bir devlettir

atlarla gider

yosunlarla döner her gece.

CÜMLE HAYAT

Soner Demirbaş

 


Yem olmamak için azgın fırtınaya, sığınmıştım bir ardıcın kovuğuna

 

Gonca Özmen

 

BÖLÜNMELER

 

Kusura, vardım 

Benimdir dedim bu eski söz

 

Kime açıldıysa kapılar 

Kapananı benim dedim

 

Beni bir avuntudan oldurmuşlar 

De ki sıkıntının içini oymuşlar 

Böyle böyle sezdim dilin de sabrı var 


Buyur, karıştır çekmecemi,

sana yazdığım şiiri bul.


Atmakta üstüne yok; hay hay,

fırlat yere, onca kelimeyi.


Sina gelir, süpürür.


***


Seni salıncağa..  

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.