Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Şiir


Şiir / Can Yücel

İŞÇİ MARŞI




Toplam oy: 834

Hava döndü işçiden işçiden esiyor yel
Dumanı dağıtacak yıldız-poyraz başladı
Bahar yakın demek ki mevsim böyle kışladı
Bu fırtına yarınki sütlimanlara bedel
Hava döndü işçiden, işçiden esiyor yel

Tekliyor işte çağın çarkına okuyan çark
Ve durdu muydu birgün bu kör, avara kasnak
Bir zincir yitirenler bir dünya kazanacak
Sen de o dünyadansın sınıfın bil safa gel
Hava döndü işçiden, işçiden esiyor yel

Köylükler uykusunda döndü dönüyor sola
Güne bakıyor bebek büyüyen yumruğuyla
Başaklar gövderdi bak başkoydular bu yola
Şaltere uzanıyor allaha açılmış el
Hava döndü işçiden, işçiden esiyor yel



  Mahmut Temizyürek

Can Yücel (1926-1999): Sorar Karac’oğlan: “Sual eylen bizden evvel gelene / Kim var imiş biz burada yoğ iken.” Can Yücel de sormuşsa, Metin Eloğlu ile birlikte sormuştur bu soruyu.  Başlangıçta böyleydi; şiire birlikte başlamış iki arkadaş. Onlar şiire karar verdiklerinde bütün canlılığıyla Garip vardı önlerinde; ancak, bir konuşmada Can Yücel’in söylediği gibi, Garip’in şiiri vardırdığı yerin en ucuna hedeflenmişlerdi. Çok ötesi, en ucu nedir Garip’in? Gündelik dilin içinden, sıradan yaşamın dertlerinden doğmuş bir şiirin daha öteye götürülmüş biçimi ne olabilirdi, ya da bu şiir nasıl olabilirdi? Üstelik akımın öncülerinin “basitlik, aleladelik” (Orhan Veli’nin nitelemesi) noktasına kadar götürdükleri için şiire zarar verdiklerini düşündükleri bir aşamada bu şiirin uçlara götürülecek bir yanı kalmamışken. Zaten bu akımın devrimci heyecanı uzun sürmedi; bir yenilik olarak yerini tam karşıtı bir arayışa, İkinci Yeni’nin getirdiği olanaklarla yazılan şiire bıraktı. Metin Eloğlu ile burada ayrıştı Can Yücel. Eloğlu İkinci Yeni’nin olanaklarını daha çok kullanmıştı, Can Yücel’e oranla. Can Yücel ise, İkinci Yeni’ye yüz vermedim diyor ama uzağında da değildi aslında. Yine de onun asıl yakınlık duyduğu “başka bir şey”, başka bir şiirdi. Garip konusundaki sözünde durdu bir bakıma. Çünkü, Garip şiirinde gündelik dilin olanaklarını şiire taşıma amacının tutarlı bütün boyutlarına ulaştırdı şiirini. Hemen başlangıçta değil ama yavaş yavaş, özgüven kazandıkça, kendinden emin oldukça bulduğu biçimi geliştirdi. Tutumundan emin olunca da kendi yatağında aktı gitti.

Baştan o denli belirgin değildi ama, her yeni şiirinde biraz daha kaynaşan geleneksel ses ile modern bir ses bileşimi vardır. Bu ses, öyle bildiğimiz türden, şiirin içindeki kalıpların, yapıların oluşturduğu ses değil, sözün duygusunun sesi olmuştur onun şiirinde. Bir şeyi söylerken o sözün ruhuna uygun bir ses oluşmasını sağlamaya özen gösteren yeni bir sestir bu. Önce sözcüğü, sonra bütün şiiri belirli bir duyguya, belirli bir imgeye göre biçimleme çabası güder.

Hemen her şiiri benzer biçimde kurulmuştur; yine de bir örnekle açıklamak doğru olur: Teodorakis üzerine yazdığı şiiri düşünelim (“Akis”). Bu şiirde birbirinin içine giren “akis”, “Teodorakis”, “bilakis” seslerindeki tekrarlı “s”lerle, Yunancaya özgü o karakteristik sesi çağrıştırarak oluşur şiir. Başka bir deyişle, tam da şiirin duygusunun taşıdığı gibi, Türkçe, ötekinin sesini kendi içine alırken, bir benzerlik, bir özdeşlik, bunlardan bir yakınlık oluşur iki dil arasında. Buradan doğan düşünce, hem sözün, hem anlamın, hem de ahengin bileşimini sağlar. Sesin, sözün, anlamın ve sözlü kültürden kalma ahengin oluşması için, sözcükleri bu amaçla çalıştırır şair. Halk ve divan şairlerinde gördüğümüz kimi harf düşürmeler ya da eklemeler, hece bitiştirmeler ya da düşürmeler gibi sessel oyunlar kaynaşır Can Yücel’in şiirinde. Bu ses kaynaşması şiirin çağrışım alanını alabildiğine genişletir; anıştırmayla, değinmeyle, dolaylamayla, iğnelemeyle, vurup geçer. Bu özellikler bir teknik olarak çalışır şiirde. Bir savrukluk gibi görünen bu yapı, tematik  ısrarından ya da öznesinden asla vazgeçmediği gibi, çağrışımın peşinde sözcük oyunlarının içinde de oyalanmaz. Aksine, nesnesine, imgesine sıkı sıkıya bağlı biçimde kaynaşır sözcükler. Garip kurucuları poetikalarını ısrarla sürdürseydi, bu tekniğe gelirler miydi, bilemiyoruz; ama Can Yücel tam da bir aşkınlığı deneyerek varmıştır bu şiire. Gündelik dil içindeki sözcüklerle, şiir kulağa müzikal bir nükte gibi gelsin ister ve şiiri mutlaka sesli düşünür. Çeviri şiirlerde az çok zorlamanın, Türkçe’ye az çok yadırgı bir yapaylığın Can Yücel çevirdiğinde ortadan kalkmasının nedeni de budur bir bakıma. Aragon’un şiiri, “Ali ile Veli’nin Türksüsü” diye çevrilir; içinde Köroğlu, Ayvaz geçer vb. vb.
 
Can Yücel, kalıcı bir üsluba, bir teknik olanağa dönüştürdü benzer türden buluşlarını. Bu teknikle Türkçede örneği olmayan bir teatral şiir kurdu. (Teatral şiirden kastımız, özetle, her şiiri sesten, sözlerden, jestlerden, mimiklerden oluşan bir oyun gibi tasarlamasıdır; ama hepsi bu değil.) Ele aldığı her konuya, eski kullanımı da dahil Türkçenin sescil olanaklarını işleterek (hem arkaik sözcükleri hem de başka dillerden sözcükleri de katarak bazen)  sessel, işitsel bir anlam alanı açtı. İmgeyi bu bütünlük içinde yarattı. Okuyanda, işitende tanıdık bir ses, aşina bir görsellik, bildik bir kültürel iklimde olduğu duygusu uyandırdı. Sanki bir sessel, zihinsel, kültürel, görsel deja vu hissedilir. Arkaik anlamlar dahil birçok anlam harmanının yarattığı şaşırtıcılık, dahası bir tazelik hissettirecek, belirli bir hitabı, seslenmeyi görüp kulak kesilecek bir sahne oldu bu şiir. Sözcüğün yalnızca yazılı anlamıyla yetinmedi; bir de kullanımı sırasındaki ses vurgularından yararlandı. Bundan da öte; söylediği değil söylenişi, söylenişi değil nüktesi, nüktesi değil edası, edası değil argosu, o da değil mesajı; ama hepsi birden o sahnede buluşmaktaydı. Sescil bir sahne; söylemsel yapısı yüksek ama bildiğimiz hitabete benzemeyen, kendi oyununun, dahası dramatize ederkenki oyunculuğunun, deyim uygunsa “seçilmiş iğretiliğinin” de fakrında, belki de bu özellikleriyle sahih bir şiir. Türkçenin ses değerlerini hemen her konuda canlandırdı. Bu ağızcıl (oral) şiir; modern şiirin tam da içinde sözlü kültürün bir daha canlanmasının temsili oldu. Bir kez bulduktan sonra kendisini tümüyle o şiire bıraktı şair öznesini; onun yol göstericiliğinde yaşadı. Başka türlü söylersek, yargısını, zevkini, nüktesini, hicvini, yergisini şair öznenin dünyasından almış olsa da, ona sözel bir nesnellik kazandırdı. Bunun için sözünün işçisi oldu. Nâzım Hikmet gibidir; şiiri karşısındaki benliği, şiir için bir avcı, bir işçi, bir serüvencidir. Sözcüğün içindeki sesi izleyerek buldu kimi zaman “hedefi”; kimi zaman da bir oyunla yer değiştirdi ritm ve anlam. Bunu, bazen harf düşürerek bazen ekleyerek, esneterek, uzatıp kısaltarak, nidalar, edalar ekleyerek, uzaksak ve yakınsak anlamları, komşu anlamlarını da işletecek biçimde bozup düzerek gerçekleştirdi. Tam bir cambazlık hüneri; tutmazsa tehlikesi büyük bir çaba idi bu çaba. Tutturdu ve o biricik şiiri buldu şair.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Şiir Yazıları

 

Riitta Cankoçak

bilmece

 

kadın derin bir devlettir

atlarla gider

yosunlarla döner her gece.

CÜMLE HAYAT

Soner Demirbaş

 


Yem olmamak için azgın fırtınaya, sığınmıştım bir ardıcın kovuğuna

 

Gonca Özmen

 

BÖLÜNMELER

 

Kusura, vardım 

Benimdir dedim bu eski söz

 

Kime açıldıysa kapılar 

Kapananı benim dedim

 

Beni bir avuntudan oldurmuşlar 

De ki sıkıntının içini oymuşlar 

Böyle böyle sezdim dilin de sabrı var 


Buyur, karıştır çekmecemi,

sana yazdığım şiiri bul.


Atmakta üstüne yok; hay hay,

fırlat yere, onca kelimeyi.


Sina gelir, süpürür.


***


Seni salıncağa..  

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.