Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Şiir


Şiir / Ali Karabayram

OBLİVİON




Toplam oy: 657

Hangi yüzün cevheriydi
külçe gibi kopup zamandan
yakıldığı ateşin halesi?

Hangi ruhun esiri
tüm yaşamı bir avdet boyu yürüyüp
yazının kaynağına?

Hangi yüzün belleğinde doğar
güvercin kırı ay
bir yelve bağlanıp bir kanadına
diğerine sırı dökük bir ayna
iki doru atın çektiği
iki peyke bulurlar
biri neft içinde, kapkara
diğeri abanoz, oyuk, damarlı
ve dik bir yamacı ısıtır güneş
kimsesiz ölülerin külle yıkandığı

Hangi yalvacın dilinde biter
kurşun kanatlı söz
hangi yalım heceyle karılır
kül
yakılan yel
dağılan iz
ve esir bir düşten uyanınca kör baykuş
kayıp yalnızlığına kentin
hangi eşikten geçilir


Hangi yüz çağlar
sağır belleğinde nehrin
ve hangi ecinni sürer
kayıp bir ilkyazın izini
kırılınca kasnağı seslerin
hangi çul örter
hangi değirmen öğürür düşünü



  Mahmut Temizyürek

Ali Karabayram (1972): Hiç de şairliğe heves duygusuyla yayımlamadı şiirlerini Ali Karabayram. Nereden mi belli? Bu hal üç kitabındaki şiirlerden hissediliyor. Kırk Ambar (2003), Oblivion (2006), Eşlikçi (2008); bu üç kitabının da peşinde olduğu şu: Kayıp bir duyguyu açmaya, kaybolanı yeniden duymanın sesini ve dilini belirlilik alanına çıkarmaya, belirsizliği yakalayıp imgenin olanaklarıyla duyumsatmaya çalışıyor. Daha açık söylemeyi deneyelim: Büyülendiği ama onu bir kez bulup kaybettiği, varlığından emin olduğu belirsiz bir hakikati, hep de belirsiz kalacak bir kapalılıkla yazıyor. İçindeki birine doğru sesleniyor, anımsamasına yardımcı olacak işaretler veriyor anılar için. Olağan anların işaretleri bunlar; ama anımsama her şeyi olağanüstü bir büyüye dönüştürüyor. Kaybın telafisi, gerçeküstü bir dil kurduruyor şaire. Bazen rüya işaretleri ile olağan işaretler iç içe giriyor. Burada beliren, hissettiği metafizik bir duyuşu betimliyor, Julio Cortazar’ın öykülerindekini çağrıştırır biçimde. Acıdan arınmak için yapıyor sanki bunu. Arınma, sağalma duygusunu çökkün bir karanlığın içinde ışıyan yaşam kesitlerinin, büyülendiği anların içinde arıyor ve yazıyor. Bütün anların buluştuğu bir anda duruyor çok kez; sayısız yöne açılan bir yol ağzında. Tam da bir şeyin parlayıp söndüğü, belirirken kaybolduğu, kaybolurken iz bıraktığı anlarda duraklıyor. Yazmasa yazılmayacak olan anların, durumların, duyuşların şiiri demek gerekiyor bu şiire.

Bu kanıyı açıklamayı deneyelim. Son kitabı Eşlikçi’nin ilk parçası şöyle:
“Kar fırtınasında uyuyan bir sedef kuluncu olduğunu düşünsene, rüyanda haki bir nehri içen ispermeçet ölüleri, sazdan örülmüş bir kuş kafesi elinde, göğü bir kireç alazına boyuyorsun, düşünsene bitişen iki elin aslında külden bir duvar ördüğünü, yürüyemeyeceğin kadar çok çatallandığını yolun, hepsini işitemeyeceğin kadar çok ses duyduğunu.”

Bütün sözcükler tanıdık, anlamını bildiğimiz sözcükler, dizeler çoğunlukla cümle gibi, cümlelerse düz, olağan cümleler, ama yürümeyeceği kadar çatallanmış yol ağzında, hepsini işitemeyeceği kadar çok ses duyarak deneyimlemeye çalışan bir özne yazıyor bu sözcükleri. Kireç rengi ile alevin kızıl rengi buluşuyor, külden bir duvar örüyor birleşmiş iki el. Bu küllenişte, renklerin ve tonların her bir yana kayıp gittiğini gören bir özne yazıyor bu imgeleri. İçsel deneyimin sürekli duyumsadığı bir kaotik evrende, öznenin acısı ve sancısı şiirlerin üzerine işlendiği fona dönüşüyor. Kimi bölümlerde acıya karşı avutucu bir mavi neşe belirip kayboluyor, “günlerin şeffaf küskünlüğü”ne karışıyor. Şairin belleği uzak ve yakın anların, uzaksak ve yakınsak duyuşların arasında geziniyor. Avına ölümcül bir duyguyla bağlanmış yaralı bir avcı gibi. Sözcüklerini seçerken raslantının, çağrışımın değil, sanki o ana ait olabilecek tek sözcüğü bulmuşluğun kesinlik duygusu hissediliyor kimi tümcelerde. Bulduğu sözcüklerde, belki de kesinliğin yarattığı parlayan ışık, uzakta beliren bir yeni oluşumun ya da arkaik bir duygunun bir araya gelip yeniden o ışık altında görünmesini sağlıyor. İthake’sini yitirmiş bir Odysseus yazıyor sanki bunları; binlerce ada arasında kalakalmış, yalnızlığa ve gurbete mahkum edilmiş bir Odysseus. “Esir sevinç, esir soluk, esir ruh” diyor sık sık, farklı farklı yerlerde. Artık sılasını asla yeryüzünde bir yerde bulamayacağı duygusunu derinden hissetmiş bir kayıp özne. Tek buluşma yeri, uzakta ya da şuracıkta bir serap gibi ışıyan, ya da parlayan bir yıldıza dönüşmüş anı parçaları. Anımsayanın arzusuyla arzu nesnesinin iç içe girdiği anı parçaları. O yüzden bir anlamı değil, birçok anlamı, bir sesi değil birçok sesi, bir imgeyi değil birçok imgeyi olanaklı kılan bir olumsallık durumunu yazıyor Karabayram. Tek hırsı var: Kayıp seslerin yalvacı olabilmek. Bu kaybın kederi ve o sese kavuşma arzusunun belirsiz benliğiyle kuruyor şiirini:
“Sen, uçurum ehli, geçiş zamanında safranın, boyanıp suyun doru geçmişine, kıyıp sırça sessizliğine günlerin, bir avuç ölü karamık, bir avuç kan eğiren adsız gece, hepsini taş yalmanı bir soluğa katıp, durunca değirmen, ağarınca gölge, sen, yalvacı kayıp seslerin.”

Bu tuhaf, baştan kayıba yazılı hırsın ardında boşluğa, belleksizliğe, değersizleşmeye bir meydan okuma olduğunu düşündürüyor şiirler. Sık sık yinelediği “anımsa!” önerisindeki vurgu da hem bir uyarı hem de bir meydan okuma. Tek başına hatırlayışın büyülü yalnızlığında çıldırıp kalmamak için bir çağrı bu ve bir meydan okuma. Umutsuz, kederli, buruk bir çağrı; boşluğa bir meydan okuma. Şiirler, bu türden ünlemler ve ses düzeninden oluşuyor. Şiir parçalarında, imge örüntülerinde sık sık karşımıza çıkansa kullanımı hemen hemen tedavülden kalkmış ya da Türkçeye Anadolu halklarının dilinden geçmiş olan sözcükler. Osmanlıca değil, daha çok yerel sözcükler. Eski çağların nesneleri, halleri, sesi, duygusu; çoğu yerel dil. Bir nesneyi yüzyıllardır bu sesle çağırdığımızı anımsatan, sözcüklerin hatırını taşıyan, hatırayı yenileyen sözcükler ve söz düzenekleri kuruyor. Dize değil, söz düzenekleri. Bu sözcük seçimi, öznel olanın evrenini tarihselleştiriyor, sanki kayıp bir tarihin, yitik bir zamanın anısında ışıyıp kaybolan işaretler duyumsanıyor. “Taş yalmanı”, “savut”, “katre”, “yalız”, “avuncu ısfında gizleyen”, “karmık”, “hevenk”, “çol”, “ılgıma”, “kanarmak, “pah”, “aysar”, “dokurcun”, “sorkun”, “savak”, “puntal”, “ığıl”, “uskur”, “maçuna”   vb. vb. Eski kimi sözcükleri, nesne adlarını anarken, bu şeylerin bir faydasını değil, dokusundaki yaşantıyı hissettiriyor.  İşte o saf anlarda buluyor şiirini Karabayram. Toz duman arasında ya da kapkaranlık bir tünelde ışıyan kedigözlerine duyduğu minnetle büyülenmiş bir şairi okuyoruz. Bu küçük parıltıların çağrışımlarını hiçbir başlık koymadan her bir sayfada bulduğu o soyut cevheri, özenle nakşeder bir biçimle yazıyor şair. Sözcükler olabildiğince rafine, defalarca elenmiş, arınmış, aşındırılmış sözcükler; sesleri asla kulak tırmalamayan, ahengini sessizce, kendiliğinden taşıyan sözcükler. Bu soyut çabanın cevher değeri “acıyı arıtan sır”rı bulma çabası. Bunu yanında, şairi “erguvan yazların eşlikçisi” kıldığı için de anmaya, parlatmaya ve arıtmaya değer bir cevher. Bu kadarcık bir avuntu için, bu avuntuya bir tür minnet duygusunu öder gibi yazıyor şair, bu anları yaşatan şiire bir minnet duası gibi. Tuhaf  bir dua ama: Şefkatten  meydan okumaya, acıdan arınma çabasından acıyı davete kadar geniş bir alanda ters akıntılarla işleyen bir su duası, bir “haz mahşeri”. Yargılamadan, ilenmeden, acındırmadan, acıdan bir ışıma yolu bulmuş, şefkatten ruhsal doyum edinmiş bir cömertlikle bulunmuş bir dua.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Şiir Yazıları

 

Riitta Cankoçak

bilmece

 

kadın derin bir devlettir

atlarla gider

yosunlarla döner her gece.

CÜMLE HAYAT

Soner Demirbaş

 


Yem olmamak için azgın fırtınaya, sığınmıştım bir ardıcın kovuğuna

 

Gonca Özmen

 

BÖLÜNMELER

 

Kusura, vardım 

Benimdir dedim bu eski söz

 

Kime açıldıysa kapılar 

Kapananı benim dedim

 

Beni bir avuntudan oldurmuşlar 

De ki sıkıntının içini oymuşlar 

Böyle böyle sezdim dilin de sabrı var 


Buyur, karıştır çekmecemi,

sana yazdığım şiiri bul.


Atmakta üstüne yok; hay hay,

fırlat yere, onca kelimeyi.


Sina gelir, süpürür.


***


Seni salıncağa..  

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.