Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Şiir


Şiir / Melih Cevdet ANDAY

YAĞMURUN ALTINDA




Toplam oy: 998

Yirminci yüzyılı yaşadım
Ertelenmiş bir yüzyıldı bu
Yıkık bir sur yazgımızın uydusu
Bekletir ömrü yürüyen ayla birlikte
Bırakmaz günün adını koyalım.

Yanıtsız bir yaşamdı erdemimiz
Herkes içindi ve kimse içindi
Okunmamış bir yazı, umudu doyuran,
Duaları düşünmek neye yarar
Kurgular tutuşturdu bacalardan.

Yirminci yüzyılı taşıdım
Tedirginliğimizin zorbalığıdır sanrılar
Ve tohumun beklenmedik gürültüsüyle
Çıplak su gibi yinelenir zaman 
Gökyüzünde usumuzun dirliği

Aklın başarısızlığa uğradığı içtenlik
Bir şive gibidir insan, ey öldürülmüş insan 
Bilinmeyen bir hayvana özgü bir ses gibi
Sabırsız testi, hep dolar gibi olan
Her şeyin sese dönüşeceği bilinemez ki! 

Bilip de diyenimiz yok

Yirminci yüzyılı yaşadım
Parlak suyunda boğulmuş sahipsiz
İnsan yeryüzünde durur, bulutlar
Bulutlar düşümüzde doludizgin
Soylu bir çılgınlıktı gündemimiz.

Ellerinde oyuk gözlü idoller
Yüreğimin yalanını besler üç güzel
Bir dağın tepesinde buldum üç güzeli
Ama ses yok, sessizlik yok, önce erte yok
Bir mezar gördüm içinde kimse yok.

Yirminci yüzyılı taşıdım 
Golgota' ya dirilemem ki,
Taşlar arasında yabanıl erinç 
Ölümü diriltiyorduk hep
Yaşam tabular arasında bir esinti.

Mevsimler kurgularla oyaladı bizi
Tarlaya bırakılmış bir at gibi
Bağlı, yalnız ve özgür,
Umudumuz sabrın tutamadığı ırmak 
Umutsuzluğumuz insan kalmak içindi.

Yirminci yüzyılı yaşadım
Dingin karşıtlıkların adını bulmalı
Sel gibi kuruyor yaşlılık, gençlik
Sanki melekleri gördük uzun saçları
Tanrının unutkan kuzgunu idik.

Nasıl unuturum ey doğa
Bana bir diyeceğin vardı, kalakaldım,
Vaktim yetmedi, ölüm kalım,
Bütün yüzyılları yaşadım
Vaktim yetmedi anlamaya.

Yirminci yüzyılı taşıdım
Atalardan kalma huysuzluk
Kuşku, yeryüzü deliliği,
Kralımız doğuştan yarım
Âmâ tanrımız Ara Ara idi.

Yaşayamadım yirminci yüzyılı
Kim yaşadı ki kendi yüzyılını 
Orpheus' tan sonra ben geldim
Giz dönüp baktığımız yerde kaldı.

Görüp de bilenimiz yok.

Ah acımasızdır uykusuz soru
Delice zeytin yerdi atamız Homeros
Biz yemezdik, aşılı zeytindi bizimki
Suskun arpa, uyur uyanık harlı toprak
Ama yüzyılımız hamdı, delice idi.

Yirminci yüzyılı yaşadık
O çağa bu çağa gömüldük
Bir şey var, susar, bakar durur
Ölümün soluduğu denizle varolan
Gökyüzünden başka çağ yoktur.

Oysa ne çok geçmiş var, ne çok zaman
Ne çok gelecek, ne az zaman
Benzerlikle karşılaştık, susalım,
Kapalı bir avuçtur sözcük
Neden açıp da sormak ister insan?

Sorup da dönenimiz yok.

Hiçbir yüzyılı yaşamadım
Tüy kuşun ruhudur, ses teni
Hep anlar gibi oldum duvara vuran güneşi
Nesne ve bilinç birdir, çağ atlattı beni
Bir hoş bilmece içinde yaşadım.

Dingin ol ruhum, belki uzaklarda
Bir yerde nicedir ilk dizeleri
Yaratılıyor acıklı destanımızın 
Çağlar sonra hayranlıkla okunmak için
Belki benzer umursamazlığımız kahramanlığa.

Kalk dostum ormana gidelim
Geyik sesleri içine çökelim
Yeniden doğuş, kıvanç, uyum
Kurgular bir yana, biz bir yana
İlk kez düşünmeden görelim

Martılar gibi yağmurun altında.



  Mahmut Temizyürek

Melih Cevdet Anday (13 Mart 1915- 28 Kasım 2002): 1940’larda Türk şiiri, bir kez daha Melih Cevdet Anday’ın da içinde bulunduğu Garip akımı aracılığıyla bulanıp yeniden durulmuştu. Garip akımı, Türk şiirine illetli bir kalıtsal hastalık gibi kuşaktan kuşağa aktarılan “şairanelik” tutumunu gülünç ve saçma kıldı. “Derin” şair çilesini, “zaptedilmez” öfkesini, “ölçüsüz” hayranlığını, modellerle, yani mazmunlarla kurulmuş paket düşlerini, öğrenilmiş mistik kuruntularını, jestlerini, teatral şaşkınlık ve sevinçlerini sarakaya aldı. Bunun yerine, şairi, özüyle sözü arasında mesafesi pek olmayan, güce tenezzül buyurmayan, divan şiiri kalıntısı yağcılıktan kurtarıp hayatın bürokratik taşlaşmasına karşı yıkıcı karakterli mizahi bir yadırgamayla donattı. Yabancılığı değil tanıdıklığı, senli-benli bir söylem rahatlığını önemsedi. Anlayışlıydı, sevimliydi, muzipti, oyunbazdı, şakacıydı. Mahallenin çocuklarıyla top oynuyor, büyükleriyle kahvede muhabbet ediyordu. Ama garipti yine de; örneğin aylaklığı övüyordu, “övün, çalış, güven” koşullanmalarına karşı. Bahara, ağaçlara, gökyüzüne, alıp başını gitmeye çağırıyordu yeminle korkutulmuş çocukları. Garipti, eski köye yeni adetler getirmişti. Şiirin sırça köşküne, ödünç de olsa, halkın nasırlı ayaklarıyla girmiş, sokağın kirini üstüne başına bulaştırmış, dalgacı, ayartıcı ıslıklar öğretmişti ağızlara. Türkiye mahallesine bir ‘sevimlilik’, bir teklifsizlik getirmişlerdi Garipçiler. Toplumsallığı, bireyselliği, aşkı, ölümü, kuşları, mevsimleri düşündüren, “bunu ben de yazarım” dedirtecek denli yalın, herkese ait bir benlik sunmuşlardı.

Garip, modern bilimin bir özelliği olan “yanlışlama”nın şiirdeki karşılığıydı. Şiirin kendi kendini yanlışlama yeteneğiydi. Ardından gelen İkinci Yeni, bu yeteneği daha da büyüttü. Ama Garip’in tam tersini yaparak yaptı bu büyütmeyi. Sözcükte anlam tekilliği yerine çoğul anlamı gözeten, kapalı iletişim yerine uçları açılarak çoğalan, seslenmeye değil dinlemeye eğilimli bir özne getirdi. İmgeyi önemsedi, Garip’in budaya budaya pek bir şey bırakmadığı şiir sanatlarını yeniden denedi. Bunları yaparken kendinden önceki kuşağı da etkiledi İkinci Yeni. Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat, Behçet Necatigil vd. bir bakıma İkinci Yeni etkisiyle yenilendiler.

Melih Cevdet Anday, bambaşka bir yoldan giderek İkinci Yeni’nin dereler çaylar açtığı büyük şiir vadisine yeni bir yapıyla geldi. İnsanın çelişkilerini baştan üstlenmiş, yalanlarına karşı içtenlikle donanmış, işe en başından başlamış, “dış” ile “iç”i birlikte sorgulayan bir özne getirdi şiire.

Adnan Benk, Anday’ın şiirini şöyle betimler: “... Üstüne gidemeyeceğimiz, aşamayacağımız bir değişmezlik sınırı var. Bir yaşantılar, yaşanmışlar, edimler birikimi... Durağanlık... Gerçi devingenlik sınırı ile değişmezlik sınırı arasındaki yaşama ortamı alabildiğine inişli çıkışlı... Ama bu çeşitliliğe rağmen olasılıklar gene de sınırlı. Ne yapsak yapalım o dörtgenden, o dört mevsimden, o yaşantılar birikiminden kurtulamıyoruz. “Bana”, “beni”, “bizim” var da, duygusal şiirin odak noktası olan o “ben” hiç yok. ... Dıştan, doğadan ... çektiğin sabahları, yağmurları, vb yaşanandan yaşanmışa dönüştürmek.”

Adnan Benk, bu sözleriyle Anday’ın şiirinin ana damarına dokunuyordu. Neydi bu damar?

İnsanın doğa karşısındaki durumudur bu damar; yazgı ile irade, bilmek ile büyülenmek, totem ile yıkım arasında bir sarkaç gibi gidip gelen özelliğidir.  Hegel’in deyimiyle “ikinci bir doğa” kazanmış olan insanlık durumudur. Bu farkı gören ve  anlamlandıran, kendine bakan, kendini sorgulayan bilinçtir. Bu bilinçten dışarıya yönelen ise, öznenin öznelliğini doğaya yansıtmasıdır. Bu yansıtma, “doğanın insanlaşması” sürecidir.

“Doğanın yanında bir başka doğa/ Karşıdan bize gözlerimiz mi bakan?” Anday’ın bu saptaması şu görüşü de sağlamaktadır: “Yok edecektim kendimi. Böylece var edebilecektim de.” (Öyle Uykusundan Uyanırken). Doğayı kendi bilincinin bir uzantısı olarak değil, özerk bir değer olarak görür şair. İnsan kendisine yaptığı kötülüğü doğaya da yapmıştır. “Her şair doğaya kötülük etmiş ırkın son temsilcisidir. Bu ırk konuşmayı öğrenmekle doğayı da dilsiz bırakmıştı: Şair, şimdi bu günahın kefaretini ödemekte, doğayı dillendiremese bile, buna en yakın şeyi yamakta, dili doğallaştırmaktadır. Doğa-dil, doğanın dilinden hem eksik, hem fazla.” (Orhan Koçak, “Melih Cevdet Anday’ın şiirinde Ten ve Tin” (Defter, 10, 1989)

Anday’ın yeni dönemdeki ilk yapıtı Kolları Bağlı Odysseus, doğadan, toplumdan ve kendisinden kopuşun belirgin başlangıcıdır. Aynı zamanda kendisini bulmanın da başlangıcı. Anday’ın Odysseus’u yeniden yorumlaması, şiirine yeni ve büyük yollar açan çalışması oldu. Bu kitabı için şu noktaya eğilmişti: “Odysseus’un Troya dönüşü, kendi adasını, İthaca’yı bulmak için ordan oraya gezip çırpınması ve sonunda Tanrıça Kirke’den yararlanmağa kalkması, bu parçanın (12. rapsodi) özünü sağlar. Ancak benim dikkatime çarpan şu oldu: Tanrıça Kirke, her şeyi olduğu gibi söyleyeceğini ileri sürmesine karşılık Odysseus’u gene de kendi kararı ile başbaşa bırakıyordu. Kirke’nin Odyseus’a sakınmasını öğütlediği şey Sirenlerle ilgili idi.”

Anday’ın sorunu, Kirke’nin Odysseus’u yine de kendi kararı ile bırakmasaydı. Kendi kaderiyle, karakterini kadere dönüştürmüş olan kendi öznesiyle...

“Kürekçilerim hasatsız denizi / Köpürttüler kürekleriyle,/ Tez yürüyüşlü gemi gün batarken /Ulaştı sirenlerin adasına,/ Yüreğim kopacak gibiydi / Kanatlanıp uçacak gibiydi, ama / O yabansı, o büyülü türküleri ben / Söylüyordum sağır gemicilere / Yalnız ben duyuyordum Sirenleri./ Kirke, bilge tanrıça, selam sana!/ Sağ salim geçtim kendimi.”

Anday’ın, Kirke’nin uyarısını nasıl işleyip yorumladığıydı şiirdeki yeni. Doğada atıldığı serüvenin, kederli, hiçlik duygusuyla çınlayan, dile dönüştüğü anda ruhunu yitiren, ruhunu yitirdiğinde “anlam”a kavuşan “şey”in şiiridir bu. Kimi dizelerde tınısı metalik bir çınlamayı andıran, yer yer kaskatı bir dille yazılmasındadır yeniliğin bir yönü. Çünkü, şairlikle duygululuğu karıştırmayan bir poetikası vardı Anday’ın. İnsanın yabancılaşmasıyla buluşma anlarını yaşadığı maddi ve zihinsel dünyada gezinir Anday. Kolları Bağlı Odysseus, Göçebe Denizin Üstünde, Teknenin Ölümü, Ölümsüzlük Ardında Gılgamış, Tanıdık Dünya, Güneşte, Yağmurun Altında.

Anday, şiiri için her sorunun, her düşüncenin, her duygunun ve her bilginin bir “bahane” olduğunu vurgulamıştı bir konuşmasında. Şiir için “her şey” bahanedir. Bu bahane anlayışının yardımıyla ancak şiirin karşılayabileceği o tanımsız boşluğa ulaşmıştı şair. O boşluğu nasıl kendisi kılacağını ve dilde nasıl yaşantılayacağını bulmaktı Anday’ın serüveni.    

İki dilli yazı bulundu taşımızda / Tapısını bire indiren Amenofis /Gizli gizli ağlar Güneş tanrıya /Hangimiz mutsuz kral Hattusilis / Hangimiz ermiş mutluluğa”

Anday’ın bilinci insanı çelişkileriyle yüzleştiren, onu içerden eleştiren, eleştirisinde ısrar taşıyan çatışmalı bilinçtir. Şair benlik, bu çatışmayı evrenin tüm insan ve doğa değerlerini üstlenecek biçimde tasarlanmıştır Anday’ın şiirinde. Tıpkı Yunus Emre’de olduğu gibi, insanın ve evrenin (yaşam-ölüm çatışmasının örneğin) tüm çelişkilerinin tinsel yükünü üstlenmiş, bunu şiir alanında yapmayı denemiş ve başarmış “şair benlik”tir söz konusu benlik.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Şiir Yazıları

 

Riitta Cankoçak

bilmece

 

kadın derin bir devlettir

atlarla gider

yosunlarla döner her gece.

CÜMLE HAYAT

Soner Demirbaş

 


Yem olmamak için azgın fırtınaya, sığınmıştım bir ardıcın kovuğuna

 

Gonca Özmen

 

BÖLÜNMELER

 

Kusura, vardım 

Benimdir dedim bu eski söz

 

Kime açıldıysa kapılar 

Kapananı benim dedim

 

Beni bir avuntudan oldurmuşlar 

De ki sıkıntının içini oymuşlar 

Böyle böyle sezdim dilin de sabrı var 


Buyur, karıştır çekmecemi,

sana yazdığım şiiri bul.


Atmakta üstüne yok; hay hay,

fırlat yere, onca kelimeyi.


Sina gelir, süpürür.


***


Seni salıncağa..  

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.