Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

			

Üye Eleştirileri


Üye Eleştirileri

Düş ve Gerçek Üzerine

Louvre Müzesi’nin büyüleyici, ancak bir o kadar da yorucu atmosferinden tam da bu sebepten (fazlasıyla büyülenip fazlasıyla yorulduğum için) erken çıkmıştım. Henüz çok zamanım olduğu halde metroya binip Charles de Gaulle Havaalanı'na gittim. Fransa’ya giderken yanıma aldığım kitabı bitirmiştim, tekrar okumaya da hiç niyetim yoktu. Fransa’daydım ve Fransızca bilmiyordum; ama Fransızların Fransızca bilmeyenleri bağırlarına basmadıklarını çok iyi biliyordum. Uçağın üç saat sonra kalkacağını düşündükçe bir yandan yanımda fazladan kitap getirmediğim, bir yandan da boş boş oturabilecek bir bünyeye sahip olmadığım için hayıflanıyordum. Yaklaşık on dakika ne yapabileceğimi düşündükten sonra, İngilizce bir kitap bulabileceğimi umarak havaalanındaki dükkânları gezmeye başladım. Eğer o dükkânları dolaşma zahmetine katlanmasaydım okuma serüvenimin çok farklı olacağını nereden bilebilirdim ki?

Havaalanı terminalinin tek kitapçı dükkânında bulabildiğim İngilizce kitaplar bir rafı ancak kaplıyordu. Bunların da çoğu yüksek satış oranlarına zıt edebi değere sahip, insanı okumaktan soğutacak türden kitaplardı. O güne kadar Paul Auster’ın çok satan polisiye romanlar yazdığını düşünmüştüm. Hem zaten o rafta olması da bunu kanıtlamıyor muydu? Paris’te bir havaalanı, tek bir raf ve çok satan onca yazar arasında Paul Auster… Bütün düşündüklerime rağmen New York Üçlemesi’ni satın almış olmamın tek sebebi; kapağı çok satan romanlarda olduğu gibi rengârenk resimlerle ve kocaman yazılarla “süslenmemiş”, eli yüzü düzgün bir kitap olmasıydı. Tabii havaalanında geçireceğim üç saati de unutmamak gerek. Eğer o kitabı almasaydım edebiyat dünyasındaki maceramın şu anda bambaşka olacağını nasıl bilebilirdim ki?

Kitabın ilk cümlesini okuduğum anda doğru seçimi yaptığımı anlamıştım; fakat öyle çabuk pes edecek bir okur değildim. Ne de olsa edebiyat üzerine eğitim almış, pek çok kitap okumuştum. İlk cümlesi şaşırtıcı diye bir kitabın edebi yönünü göz ardı edemezdim. Kitabı okudukça Paul Auster’ın Kafkavari polisiye öyküler yazabilecek yetenekte olduğunu keşfettim. Kafka’yı, Auster’la karşılaşmadan önce tanımamış olsaydım olayların çok farklı gelişebileceğini nasıl tahmin edebilirdim ki?

Auster’la daha sonra Milano Havaalanında karşılaşacaktık. Bu kez de bana Karanlıktaki Adam’ın öyküsünü anlatacaktı. Kendisiyle bir havaalanında tanışıp son kitabının yeni baskısını yine bir havaalanından alınca kendimi Auster’ın romanlarındaki karakterlerden biri gibi hissetmiştim. Neyse ki bir sonraki karşılaşmamız Taksim’de ve tamamen benim irademle gerçekleşecekti. Benim asıl anlatmak istediğim de bu karşılaşma:

Brooklyn Çılgınlıkları, Auster’a özgü, merak uyandıran bir cümleyle açılıyor: “Ölmek için sakin bir yer arıyordum. Birisi Brooklyn’i önerdi; ben de ertesi sabah çevreye bir göz atayım diye Westchester’dan kalkıp Brooklyn’e gittim.” Bu cümleyi okuduktan sonra içimden “Adam bunu yazdıysa ölmemiş demektir. Acaba ne oldu?” dedim ve kitabı bir daha elimden bırakamadım. Çalışma saatlerimi ve kitaptan uzak kaldığım her anı boşa geçirilmiş zaman gibi görüyordum. Öykü, diğer Auster kitaplarında olduğu gibi ne karanlık ne de hüzünlüydü. Aslına bakılırsa yer yer komikti. Auster’ın gerçekte var olan bir şehirde, gerçeğe yakın karakterlerle kurguladığı roman, ancak büyülü gerçekçilikte karşınıza çıkabilecek olaylardan örülmüş. Büyülü gerçekçilik yöntemiyle anlatılmış bir öyküde bazı olayların asla yaşanmayacağını bilirsiniz. Oysa Brooklyn Çılgınlıkları’nda anlatılanların hepsi gerçek yaşamda karşılaşılabilecek olaylar, okuru şaşırtan ise bütün bu olayların arka arkaya yaşanabilmesi.

Auster, Brooklyn Çılgınlıkları’nda mizah anlayışı, edebi eserlere ve yazarlara atıfları, zaman zaman ön plana çıkan cinsel fantezileri, tesadüflerin yönlendirdiği karakterleriyle bu kez Kafka’dan çok Milan Kundera’yı andırıyor. Kahramanımız Nathan Glass’ın Varoluş Oteli’ne gitmeden önce verilen ufacık bir kararın sonraki adımlarını nasıl etkilediğini anlatması, akla Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde altı tesadüfün hayatını nasıl etkilediğine dair anlattığı hikâyeyi getiriyor.

Tesadüfler Auster’ın kitaplarının temel taşı; ancak Brooklyn Çılgınlıkları’ndaki tesadüfler daha önce tecrübe ettiklerimizden farklı bir biçimde genellikle olumlu sonuçlar doğuruyor. Bu nedenle roman, insanı gerçeklik hissinden uzaklaştırıyor. Karakterlerin hayatları iyiye gittikçe ayaklarınız yere basmaz oluyor. Buna rağmen anlatılanın “saçma” olduğunu düşünmüyorsunuz; belki “absürd” ancak “saçma” değil... Auster’ın en çok etkilendiği yazarlardan birinin Beckett olduğunu göz önünde bulundurduğunuzda bu durumun hiç de tuhaf olmadığı kanaatine varıyorsunuz; hele bir de Beckett hayranıysanız ayaklarınız iyice yerden kesiliyor.

Auster’ın hayalî dünyasında gezerken aniden kendinizi gerçek dünyada buluveriyorsunuz. Amerika’daki seçimler, Bush’un kötü yönetimine dair konuşmalar, Kosova’yla ilgili yorumlar, işsizlik sorunu ve 11 Eylül’e yapılan gönderme, size nasıl bir dünyada yaşadığınızı hatırlatıyor. Büyük şehrin karmaşasında sıkışıp kalan küçük yaşamlar, ayrıntılarını gözleriniz önüne seriyor “çünkü hikâyenin aslı ayrıntılarda gizli.”

Nathan Glass’la düş ile gerçek arası bir yolculuğa çıkıp Auster’ın varlığını unutabileceğinizi sanmayın. New York Üçlemesi’nde ve Karanlıktaki Adam’da olduğu gibi bu kitapta da yazarın varlığını hissediyorsunuz. Gerek edebiyat hakkında diyaloglar gerekse yazarlara dair öykülerle Auster içinde bulunduğunuz hâlin bir yazarın elinden çıkma olduğunu hatırlatıyor. Bunu yaparken okura; Franz Kafka’ya, Edgar Allan Poe’ya, Henry David Thoreau’ya dair izlenimler sunuyor.

Eğer o gün Taksim’e gitmeseydim, gitmişken Brooklyn Çılgınlıkları’nı almasaydım ve onca işim olmasına rağmen büyük bir hevesle okumasaydım, hayata bakış açımın değişeceğini nereden bilebilirdim? Eğer Nathan Glass’la tanışmasaydım, hayatın tesadüflerle dolu olduğuna dair inancımı, bu tesadüflerin her zaman olumsuz olmadığına dair umudumu kaybetmek üzere olduğumu nasıl fark edebilirdim?

Peki ya siz? Siz Paul Auster’la tanışmadığınız sürece neyi kaçırdığınızı nereden bilebilirsiniz?

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Üye Eleştirileri Yazıları

Roman hakkında bir şeyler yazmak gerektiğinde “bizde” izlenen usul, çoğunlukla yazarın dünyası ve kendisi hakkında oluşmuş genel kanaat üzerinde kanat çırpmayı gerektirmeyen bir uçuşla yazarla (ya da politik olarak mahkum edilmiş bir yazarsa “çoğunlukla”) aynı gökyüzünü paylaştığı izlenimi veren satırlar arasında süzülmektir. Ne de olsa böyle bir usulde romanı okumak da gerekmez.

Kitabın ismindeki aşkı görünce hem ilgimi çekmiş hem de romantik bir şeyler okuyacağımı düşünmüştüm. Ama kitabı okumaya başlayınca hiç de öyle olmadığını görüp, bir günde okuyup bitirdim. Çok az kitapta yaşadığım o nefessiz kalmayı yaşadım. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza´sında ki çarpıcılığı hissettim. Tam evet tam bir aşk romanı! Aşkı en çarpıcı ve vurucu biçimde anlatmış.

Felsefe devrimsel değil birikimsel bir süreçtir ancak bu birikimli yapının bazı devrimcileri vardır. Marquis de Sade işte bu devrimci filozoflardan biridir, hatta en başta gelenlerindendir, çünkü de Sade dokunulması en güç şeye dokunmuştur, en büyük tabuyu devirmiştir.

'Hatıra' sözcüğü hep tek yumurta ikizi 'Hüzün'le gelir insanın aklına. Öyle ki, ne kadar hoş, ne kadar eğlenceli anlarınızı hatrınıza getirirseniz getirin, attığınız en şiddetli kahkahaların ardından çöküverir o hüzün üzerinize. Bir daha o günlere dönemeyecek olmanın hüznü. 'İstanbul Hatırası' da tam böyle bir kitap.

Christopher Priest’ın bol ödüllü fakat ülkemizde ancak film uyarlaması ile adını duyurabilmiş ve hala daha pek de okunmamış romanı bizi eğlencenin kanlı canlı olduğu zamanlara götürüyor.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.