Müzik kurtuluşumuz olur, özellikle gençken. Nerede, ne yaşarsak yaşayalım, kulaklığımızı takıp çalan müziğe kendimizi verdiğimizde ruhumuzu dizginleyen bir parantez açılır sanki. Müziğin cazibesine kapılmış olanların, içlerindeki mahrem noktalara ulaşmak da mümkündür. Tabii müziğe yaşken eğilenler için mümkündür bu büyük ihtimalle, evden okula, tanıdıkların ve tanımadıkların arasında akarken müziğe sığınanlarda.
Üniversitedeki yakın bir arkadaşım beni çağdaş İngiliz indie-rock müzik gruplarıyla, Manchester sound’uyla tanıştırmıştı. Müthiş bir merakı ve koleksiyonu vardı: Charlatans, Ride, The Stone Roses, James vs. Ve tabii ki The Smiths ve Morrissey. Arkadaşım kitap kurdu sayılmazdı, ama Oscar Wilde’ın tüm öykülerini okumuştu. Yıllar geçti, üniversite sonrasında yollarımız ayrıldı, ama ondan bana baki kalan 80’lerden bu yana kendine özgü bir pop ikonu kabul edilebilecek Morrissey oldu.
Estetik ve dramatik sözleriyle Steven Patrick Morrissey, modern ozan-şairler arasında farklı parıldar. Her ne kadar kimi sivri ve aşağılayıcı söylemleri olsa da, metropolün kaosunda ve dünyanın olası aptallıklarında, soğuk konser salonlarında insana sığınacağı bir ışığı açık bırakır. The Smiths döneminde ve tek başına çıkardığı albümlerindeki tavrıyla, tarzıyla ideal bir pop azizi haline gelir. James Dean maçoluğu, Oscar Wilde estetliği, aseksüellik ile biseksüellik arasında salınan aşk hayatı, neoliberal iktidar karşıtlığı (Thatcher nefreti azımsanmayacak orandaydı), kraliyet ailesine olan nefreti, diğer pop idollerine uzattığı sivri dili, hayvan öldürmeye ve yemeye muhalefeti, kısacası her hali hem takipçilerinin hem de medyanın ilgisini kabartır. Kimi zaman medyatikliği ve sivri tavırları nedeniyle çıkan haberler usandırsa da, gençlik yıllarında Morrissey cazibesine kapılanların affedici olduğunu söylemek gerekir; ne de olsa Last Night I Dreamed That Somebody Loved Me ile There’s a Light That Never Goes Out arasında salınmışızdır bu kasvetli modern dünyada.
Mahrem ilişkiyle pop hassasiyeti arasında gidip gelirken, büyüyüverdim. Hayata bakışım çok değişti, ama yine de Morrissey’in otobiyografisinin satışa sürüldüğünü öğrenince, merakım kabardı. Ben böyleysem, Britanya’dakiler ne haldedir? Merakın ötesine geçip iştahlanmışlar ve ekim ayının ortasında Penguin’den çıkan Autobiography, 35.000’e yakın ilk hafta satışıyla kendi alanında zirveye oturmuş. The Rolling Stones’un abidevi gitaristi Keith Richards bile zamanında 25.000’lik bir ilk hafta satış yakaladığına göre, pop ikonu olarak 80’lerin Morrissey’inin hayatı 60’ların Richards’ına oranla daha çok ilgi çekici olabilir mi acaba? Belki de Penguin’in yayın stratejisi mi etkilidir bu ilk satış rakamlarında; kitabı “Klasikler” kategorisinden yayımlayıp doğrudan ciltsiz, geniş kitleler için bastıklarından dolayı. Herhalde Oscar Wilde’dan dem alan bir ozanın hayat hikayesi ancak klasik kapsamında okunabilir, diye düşünmüş olmalılar. Kitabın çoksatarlık özelliği, ABD’li yayıncıları da iştahlandırmış; kıran kırana bir mücadele neticesinde yayın hakkı G. P. Putnam’s Sons tarafından alınmış ve aralık ayı başında Atlas’ın öteki yakasında da yayımlanacakmış. Anlaşılan popun iki yakasında da zirve bir süreliğine Morrissey’in olacak yeniden.
The Smiths yılları
Peki bu otobiyografi neleri hatırlatıyor ya da aydınlatıyor, biz kulaklıklarına ve kitaplara sığınmış olanlara? Morrissey’in İrlanda kökenli ailesiyle 1950’lerden 70’lere nasıl ve neler yaşadığını, duygusal, entelektüel ve müzikal oluşumunu, punk’tan başlayan ilk grup denemelerini okuduktan sonra, Johnny Marr, Andy Rourke ve Mike Joyce’la birlikte kurduğu The Smiths yıllarına ulaşıyoruz. Grup içindeki anlaşmazlıklar ve kazançların paylaşımları konusundaki kavgalar üzerine Morrissey’in geniş kapsamlı ifadesini almış kadar oluyoruz. Morrissey’in itiraflarında, aşk hayatının mahrem detayları da aydınlanıyor. Hem pop ikonu olun, hem bıçkın görünüşünüzün altında Wilde estetiğinden dem vurun hem de yıllar boyunca adınız hiç kimseyle anılmasın; işte o zaman biz içindeki pop hassasiyeti artık mahrem müzik severe galebe çalmış olanların aklı fikri kiminle ne yaptığınız üzerine olur. Dolayısıyla Morrissey’in ilk aşkını 35 yaşında bir erkekle yaşadığını ve hâlâ Jake Walters adındaki fotoğrafçıyla dost olduklarını, ardından Tina Dehghani adlı İran kökenli bir kadınla ilişkiye başlayıp, çocuk yapıp yapmama olasılığı üzerine tartıştıklarını öğrenince, İngiliz pop ikonlarının (Bowie’den Jagger’a, ve işte şimdi Morrissey’e) hakikaten Wilde’ın açtığı yolda gayet güzel yürüdüklerini bir kere daha idrak ediyoruz. Son günlerin moda tabiriyle, Morrissey bile kızlı erkekli aşk yaşıyormuş!
* Görsel: Lilli Carre
Biz Morrisey Penguin klasikten çıkmasında ısrar etti diye biliyoruz. http://www.theguardian.com/books/shortcuts/2013/oct/13/penguin-classics-...
Yeni yorum gönder