Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

En güzel "Seni seviyorum" anı




Toplam oy: 903
Patricia Highsmith'in kendi deneyimlerinden yola çıkarak yazdığı Carol, Todd Haynes'in yönetmenliğinde hakkıyla perdeye gelmiş.

Yayımlanan ilk romanı Trendeki Yabancılar, aynı yıl içerisinde Alfred Hitchcock tarafından sinemaya uyarlanan Patricia Highsmith, televizyon ve sinemadaki popülaritesini o zamandan beri hiç kaybetmedi; eserleri perdeye uyarlanmaya devam ediyor. 65 yıldır sinemayı etkileyen Highsmith, bir yüzyıl kadar daha “polisiye romanın filozofu” olarak yönetmenlere ilham verecek büyük olasılıkla. Highsmith’in polisiye roman türündeki ustalığının yanı sıra keskin gözlemleri ve toplumsal eleştiriyi hikayelerinin önemli bir parçası yapan dili ve üslubu onu türün diğer büyük yazarlarından da ayrı bir yere koymaya yetiyor. 

 

Daha önce birçok romanı Hitchcock, René Clément, Claude Chabrol, Wim Wenders gibi usta yönetmenler tarafından uyarlanan Highsmith’in külliyatındaki en farklı romanlarından biri olan Carol ise, Todd Haynes yönetmenliğinde bu yıl hayata geçti. Highsmith’in takma bir ad kullanarak yayımladığı roman ilk önce The Price of Salt adıyla piyasaya çıkmış, ancak yıllar sonra Highsmith kendi adını kullanarak ve kitabın adını değiştirerek onu Carol olarak yayımlamıştı. 

 

Haynes’in on yılda hayata geçirebildiği Carol, 1950’lerin New York’unda iki kadının yasak aşkını konu alıyor. Neredeyse her romanında ABD toplumunu kıyasıya eleştiren Highsmith, Carol’da da Amerika’daki ilişkilerin karanlık tarafına bakıyor. “Mutlu mesut” görünen resimlerin ardındaki ikiyüzlülüğü masaya yatırıyor. Highsmith’in kendi deneyimlerinden yola çıkarak yazdığı Carol’ın, Haynes’in yönetmenliğinde hakkıyla perdeye geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

 

Haynes’in en büyük başarısı, Highsmith’in üslubunu kendi sinema diliyle birleştirirken yakaladığı ayrıntılarda yatıyor. Carol’da karakterlerini “sıradan” gösterirken etkileyici kılmayı beceren Highsmith gibi, Haynes de bu sıradanlığı vurgulamayı, hikayesini ve iki kadın arasındaki aşkı gündelik basit ayrıntılar üzerinden güçlendirmeyi, bu sıradanlığın üzerinden bir estetik yaratmayı başarıyor. İyilik-kötülük ayrımını kalın çizgilerle yapmaktansa, kötülüğün toplumun bütün katmanlarına sirayet ettiğini, tutucu ve ikiyüzlü ahlak anlayışının “iyi insanlar” tarafından yaratıldığını ve bunun ne kadar karanlık bir dünya olduğunu göstermeye çalışıyor. Haynes, Highsmith’in dingin üslubunu da aynen ödünç alıyor ve basitmiş gibi görünen son derece güçlü bir sinema ortaya çıkarıyor.

 

Cesur bir metin, etkileyici bir film

 

Bir mağazanın oyuncak bölümünde tanışan genç Therese ile zengin ve sosyetenin tanınmış isimlerinden orta yaşlı Carol arasındaki yasak ilişkinin benzerini daha önce 2002 tarihli Cennetten Çok Uzakta filminde anlatmıştı Haynes. Douglas Sirk filmlerine saygı niteliğindeki bu melodram, yine 1950’li yıllarda geçiyor ve yine yasak bir ilişkiyi konu alıyordu; ırkçılık, eşcinsellik gibi temalar üzerinden Amerikan toplumunun muhafazakarlığını sorguluyordu. Carol, Cennetten Çok Uzakta’nın “sadık eş, iyi anne”si Cathy Whitekar’ından farklı olsa da dünyalar birbirinden farklı değil. Kocasından boşanmak isteyen Carol’ın Therese ile birlikte yaşamasının imkanının olmadığı bir dönem. Arkadaşları, ailesi, çevresi, sosyete camiası, kısacası Carol’ın dünyasında böyle bir aşka yer yok. Tüm bunlardan kaçan Carol ile kendi kimliğini, duygularını arayan Therese arasındaki ilişki ve ikilinin çıktığı yolculuk, Highsmith’in polisiyelerini aratmayan psikolojik labirentler, Carol ve Therese’yi ayrıştırıp yakınlaştıran detaylar, hem ikili arasındaki gerilim hem de Carol’ın kocasının tuttuğu dedektifin yarattığı, toplumsal baskıyı hissettiren büyük gerilim ile son ana kadar sürükleyiciliğini koruyor. Haynes’in dingin kamerası da, romanın psikolojik derinliğini ve karanlık dünyasını etkileyici bir şekilde perdeye taşıyor. Bunda Haynes’in kamerasını romandaki anlatımın karşılığı olarak biçimlendirmesinin payı büyük. 

 

Birbirini keşfeden/bulan/fark eden iki kadın ve geri kalanlar diye ayrılıyor filmin dünyası.

 

 

Yazıldığı dönem açısından oldukça cesur bir metin olan Carol’ın etkisini yitirmemesinin birçok nedeni var. Roman ekonomik, sosyal, kültürel olarak farklı sınıflarda yer alan, masumiyet ve cesaret arasında gidip gelen sonrasında rolleri değişen, birbirinden çok farklı iki kadının aşkını basit detaylarla örüp, aralarındaki çekimi oldukça güçlü ve kışkırtıcı bir şekilde sunuyor. Haynes, bu sadeliğin ve bu sadelikten doğan gücün farkında olarak filmde iki güçlü kadın karakterde odaklanmamızı sağlarken, arka planda da idealize edilmiş bir dünyanın (Amerikan toplumu, aile, Amerikan rüyası, muhafazakar toplumun kutsal saydığı değerler vs) bütün yapı taşlarının çöküşünü gösteriyor adeta. Carol’ın kürkünün içinde sarı saçlarıyla dikkat çeken gösterişli halinin karşısında Therese’nin ürkek, kendisinden emin olamayan, kalabalığın içinde dikkat çekmeyecek kadar “sıradan” kalan görüntüsünü de etkileyici kılmayı başarırken, muhafazakar kodlarla sarılmış dünyada karakterlerin toplum içindeki özgürlük arayışına dair güçlü sahneler kuruyor Haynes. Carol ve Therese’nin birbirini ilk kez gördükleri, seviştikleri, “seni seviyorum” dedikleri anlar ve yan yanayken aralarındaki gerilimli dakikalar akıldan çıkmayacak sahnelere dönüşürken Carol-Therese’nin birlikte olmasını engelleyen her şey soğuk ve karanlık bir estetikle karşımıza geliyor. 

 

Yürümeyen evliliğinden bunalan Carol kendi hayatının içinde ne kadar sıkışmışsa, Therese için de durum aynı aslında. Yapmak istediği iş, fotoğrafa olan ilgisi ve tutkuları bir tarafta yapmak zorunda olduğu ve geride bırakmak istediği hayatın bir aktörü olan erkek arkadaşı diğer tarafta duruyor Therese için. Carol ve Therese arasındaki aşk, çıktıkları yolculuk sırasında büyüse de, aslında iki kadının birbirinden etkilenmelerinin nedenlerini yolculuk öncesinde gösteriyor Todd Haynes. Örneğin, Carol’la Therese’nin birbirini ilk gördüğü an, alışveriş yapmakta olan ve yanlarında çocuklarıyla dolaşan bir sürü kadın arasında Carol büyüleyici güzelliğiyle dikkat çekiyor, ancak boğazlı kazağı ve yeleğiyle kimsenin dikkatini çekmeyen tezgahın arkasındaki Therese’den etkilenen tek kişi Carol oluyor. Bu sahnedeki estetiği –bakış açıları, renkler, kamera kullanımı– film boyunca sürdürüyor Haynes. Telefonda konuşurken heyecanlanan, arabada yan yanayken gerilen, birbiriyle geçirdikleri her dakika daha çok etkilenen, âşık olan iki kadın perdede tek başlarına... Birbirini keşfeden/bulan/fark eden iki kadın ve geri kalanlar diye ayrılıyor filmin dünyası.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.