Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Klasikleri Neden Döne Döne Okumalıyız?




Toplam oy: 165
Klasiklerin en önemli özelliklerinden biri yalnızca bir yaş grubu için olmamaları. Yani bir kitabı “klasik” yapan unsurlardan biri onu on sekiz yaşındaki bir gencin de altmış yaşındaki birinin de keyifle okuyabilecek olması.

Eğitim hayatımızda hepimize dayatılan belli başlı bazı kitaplar vardır. Edebiyat, Dil ve Anlatım dersleri için okuduğumuz yahut okumuş gibi yaptığımız bu kitapların isimleri herkes tarafından bilinir. Romeo ve Juliet, Suç ve Ceza, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Huckleberry Finn, Sinekli Bakkal, Gazap Üzümleri… Bunların kimisi öyle kalındır ki genç-yaşlı bütün okuyucuların akıllarında, “Ben bunu nasıl bitireceğim” sorusunu uyandırır. Bu kitaplardan biri elimize zorla tutuşturulduğunda buna ikinci bir soru daha eklenir; “Bunu neden okumam gerekiyor ki?”

 

Aslında haklı bir soru bu. Klasikleri neden okumamız gerekir? Başka bir eseri, mesela çağdaş bir edebiyat eserini okusak olmuyor mu? İlle Shakespeare ya da Herman Melville gibi zor, eski dilde yazılmış bir kitabın içine mi dalmamız gerekiyor? Bir başka deyişle klasikleri okumanın bize ne faydası olabilir?

 

“KLASİK” NE DEMEK?

 

Klasikleri neden okumamız gerektiğine girmeden önce hangi eserlerin “klasik” olduklarını iyice anlamamız gerek. Bir eserin klasik olması için ne gibi kriterlere uyması lazım? Bir kitabı klasik yapan nedir?

 

Klasiklerin en önemli özelliklerinden biri yalnızca bir yaş grubu için olmamaları. Yani bir kitabı “klasik” yapan unsurlardan biri onu on sekiz yaşındaki bir gencin de altmış yaşındaki birinin de keyifle okuyabilecek olması. Kimi kitaplar var ki yalnızca gençler onları okumaktan keyif alırlar. Örneğin bir zamanlar popüler olan Alacakaranlık serisi bu kategoriye girer. Bu ve bunun gibi pek çok sebepten ötürü bu kitaplara asla klasik denemez. Buna nazaran temellerinde aşk ve kadın hikâyeleri olan Gurur ve Önyargı gibi Jane Austen romanlarının her yaşta okunabileceği ve birer klasik sayıldıkları tartışılmaz bir gerçek.

 

Klasiklerin her yaşta okunabilir olmaları aslında evrensellikleriyle de alakalı bir şey. Elbette ki her klasik eser belli bir ülkede, belli bir kültürün içinde, belli bir tarihte geçer. Dolayısıyla o ülkenin, kültürün ve tarihi dönemin özelliklerini içinde barındırır lakin bu özellikler onların farklı ülke, kültür ve dönemlerde yaşayan okurlar tarafından anlaşılmalarına mâni olmaz. Bu özellikleri okurları için kültürel bir bariyer teşkil etmez çünkü klasikler yalnızca dönemsel ve kültürel konulara odaklanmazlar. Daha ziyade insan doğasına ve yapısına odaklanırlar. İnsan doğasının değişmezliği, daima anlaşılır olması bu kitapları her okuyan için anlaşılır ve keyifli kılıyor. Örneğin Leo Tolstoy’un Savaş Barış’ının Napolyon Savaşları sırasında geçtiğini ve bu savaşların 5 aileyi nasıl etkilediğini hepimiz biliyoruz. Lakin kitabın bu dönemsel özelliği karakterleriyle empati kurmamıza, onları anlamamıza engel olmuyor. Hatta yaşadıkları dönem kişisel trajedilerini daha iyi kavramamızı sağlayarak eseri bir klasiğe çeviriyor.

 

Klasiklerin ne demek olduklarını anlamasına anladık. Peki, klasikleri neden okumamız gerek? Klasik bir eser okumamızın bize ne gibi faydaları ve katkıları olabilir?

 

KLASİKLER VE BİBLİYOTERAPİ

 

Kitap okumanın insanların zekâ seviyesini yükselttiği bilinen bir gerçek ancak yapılan birtakım bilimsel araştırmalar “klasik” dediğimiz eserlerin faydalarının bunlardan ibaret olmadığını gösteriyor. Klasikler, dediğimiz gibi aksiyon odaklı romanlar değil insan odaklı eserler. Yani karakterlerin iç dünyalarını keşfe çıkan ve böylece onlarla empati kurmamıza olanak tanıyan eserler. Bu, okurların yalnızca empati kabiliyetini artırmakla kalmıyor. Aynı zamanda duygusal zekâlarını geliştirmelerine de olanak tanıyor.

 

Klasiklerin okurların duygusal zekâlarını nasıl etkilediği, son birkaç yıldır bilim insanlarının üstüne eğildikleri bir araştırma konusu. Yapılan çeşitli incelemeler ve testler klasiklerin okurların duygusal zekâlarını, yani kendi duygularını anlayıp idare edebilme yetilerini gerçekten de artırdığını gösteriyor. Okurların klasikleri okumadan önce ve sonra çekilen beyin taramalarına bakıldığında beyinlerinin duygulardan sorumlu bölmelerinin klasikleri okuduktan sonra daha aktif ve bazen büyüdükleri açıkça göze çarpıyor.

 

Yapılan çeşitli incelemeler ve testler klasiklerin okurların duygusal zekâlarını, yani kendi duygularını anlayıp idare edebilme yetilerini gerçekten de artırdığını gösteriyor.

 

Bilim insanları bunun sebebini hâlâ araştırıyor olsalar da aslında arkasında yatan mantık çok basit. İyi bir klasiği okumak, nörolojik bir bakış açısından insan beynindeki bağlantıları ve beynin işlevselliğini güçlendiren bir şey. Daha psikolojik ve insani bir bakış açısındansa okurların başkalarının duygularını, onlar yaşıyormuşçasına gözlemleyip anlamalarını sağlayan bir şey. Bu da söz konusu kitap hangi dönem ve mekânda geçerse geçsin karakterlerin yaşadıklarıyla, kendi yaşadıkları arasında paralellikler bulabilmelerini sağlayan bir durum. Örneğin hiçbirimiz Charles Dickens’ın Büyük Umutlar’ındaki gibi olaylar yaşamamış olabiliriz. Ancak Pip’in, Estella’ya beslediği duyguları tatmış olabilir, yaşadığı hayal kırıklığının izdüşümlerini kendi yaşamlarımızda bulabiliriz.

 

Klasiklerin duygusal zekâlarımızı böyle etkileyebilmeleri yine son zamanlarda ilginç bir akımın doğmasını sağladı: Bibliyoterapi. Bibliyoterapi, adı üstünde bir terapi şekli. Önce kendinize bir bibliyoterapist seçiyorsunuz. Ofisine gidip konuşmak istediğiniz konu her ne olursa olsun – aşk acısı, sevdiğiniz birini kaybetmek, depresyon vs.- onu konuşuyorsunuz ancak seansın sonunda terapistiniz size bir reçete yazmıyor. Bunun yerine size iyi geleceğini düşündüğü 7 klasik eser öneriyor. Siz de seansınızdan çıkıp bu kitapları alıyorsunuz ve okumaya başlıyorsunuz.

 

Klasikler resmî bir terapi yöntemi olarak yeni yeni kullanılmaya başlandılar. Dolayısıyla bu yönteme şüpheyle yaklaşan oldukça kişi var. Lakin bibliyoterapi görenlerin ondan ne kadar faydalandıklarını söyledikleri ve klasiklerin duygusal zekâmız üstündeki etkisi göz önünde bulundurulunca bunun çok da etkisiz bir yöntem olmayabileceği söylenebilir.

 

KLASİKLER VE AHLAK ANLAYIŞIMIZ

 

Klasikler empati kabiliyetimizle, duygusal zekâmızı geliştirmenin yanı sıra kişisel ve toplumsal ahlak anlayışımızı da geliştiriyor. Bunun kanıtını görmek için Penn State Üniversitesi Psikoloji Bölümü profesörü John Johnson ile Michigan Üniversitesi Psikoloji Bölümü profesörü Dan Kruger’in 2009’da yaptıkları bir araştırmaya odaklanmamız yeterli.

 

Johnson ile Kruger araştırmaya klasikler duygularımızı etkiliyorsa, ahlak anlayışımızı da etkiliyor olabilirler mi, sorusu ile başladılar. Bu soruya yanıt ararken 19. yüzyıl İngiliz edebiyatına odaklandılar. Yani Charlotte Bronte’nin Jane Eyre’i, Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği ve Mary Shelley’nin Frankenstein’ı gibi eserlere odaklandılar. Ne de olsa devasa klasikler havuzunu bir şekilde küçültmeleri gerekiyordu.

 

Bu dönem eserlerinin ortak bir noktası vardı. Kitapların ana karakterlerinin hepsinin iyi bir ahlak anlayışı ve ahlaki değerleri vardı. Karakterler bu değerlerden asla şaşmıyorlardı. Kitapların kötü karakterleri bunun tam tersiydiler. Onların asıl dert ve meşgaleleri sosyal statüleriydi ve yükselmek uğruna akla gelebilecek en yolsuz davranışlarda bulunabiliyorlardı.

 

Johnson ve Kruger’in düzenlendikleri araştırmada kitapların okurlarının okudukları bu kitaplardaki ana karakterlere daima beğeni ve hayranlıkla yaklaştıkları ortaya çıktı. Buna nazaran okurlar kötü karakterlere öfke, hatta tiksintiyle yaklaşıyorlardı. Okurların bu tutumları, kendi ahlak anlayışlarının, ana karakterlerinkiyle örtüştüğünü gösteriyordu. Yaşadıkları duygular onları bu karakterlere daha yakın bir ahlaki tutum sergilemeye, davranışlarını da bu tutuma göre programlamaya itiyor, yani karar alım mekanizmalarını etkiliyordu. Uzun lafın kısası 19. yy İngiliz klasikleri okurların ahlak anlayışlarını doğrudan etkiliyordu.

 

JANE AUSTEN VE MATEMATİK

 

Ardı arkası kesilmeden yapılan araştırmaların kanıtladığı bir şey varsa o da klasiklerin hiç beklemediğimiz faydalarının olabildiği. Buna bir örnek isterseniz tek yapmanız gereken kısa bir süre önce Michigan Devlet Üniversitesi’nde yapılan Jane Austen araştırmasına bakmak.

 

Michigan Üniversitesi’nden Natalie Phillips ve ekibi ilginç bir araştırma projesi düzenledi. Ekip kalabalık bir deney grubu oluşturdu ve gruptaki herkesin beyin taramalarını çekti. Daha sonra grup üyelerinin ellerine Jane Austen’ın Gurur ve Önyargı ve Emma gibi kitaplarını tutuşturdu. Üyelerin kitapları okurken ikinci birer beyin taramaları çekildi.

 

İkinci taramalar ortaya şok edici bir gerçek koydu. Üyeler Jane Austen okurken beynin “yürütücü işlevlerden” yani odaklanma kabiliyetinden ve yürütme görevlerinden sorumlu bölgelerine kan dolaşımı hızlanıyordu. Başka bir deyişle Jane Austen’ın kitaplarını okuyan kişiler birdenbire daha iyi odaklanabilir hale geliyor, ders çalışmak ve karmaşık matematik problemleri çözmek gibi alanlarda çok daha iyi kesiliyorlardı.

 

Bunun sebebi neydi? Jane Austen eserleriyle, matematiğin ne alakası olabilirdi? Bu durum yalnızca Jane Austen okunurken mi yaşanıyordu yoksa başka klasikler için de geçerli miydi? Jane Austen araştırması çok kısa bir süre önce, türünün ilk örneği olarak gerçekleştirildiğinden bu soruların yanıtlarını henüz bilmiyoruz ancak bu ilgi çekici sonuçlar bu yanıtların alınmaya çalışılacağı pek çok başka araştırma ve deneyin yapılmasını sağlayabilir.

 

ÇAKTIRMADAN ÖĞRETEN ÖĞRETMENLER

 

Hepimizin merak ettiği, hakkında daha fazla şey bilmek istediği konular vardır. Kimimiz II. Dünya Savaşı hakkında belgeseller izleriz, kimimizse genetik mühendislik hakkında makaleler okuruz. Bazen birisiyle bildiğimiz bir şey paylaşırız. Paylaştığımız şeyi okuduğumuz klasik bir eserden öğrendiğimizi de ancak “Bunu nereden biliyorsun” sorusuyla karşılaştığımızda fark ederiz zira klasiklerin böyle bir özelliği vardır. Bir hikâye anlatmaya başlarlar ve biz kendimizi olay örgüsüne kaptırır, gideriz. Savaş ve Barış’taki Natasha Rostova’nın ya da Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban’ındaki Ahmet Celal’in başına nelerin geldiğini öğrenmeye çalışırken Napolyon Savaşları’nın Rusya’yı nasıl etkilediğini veya Kurtuluş Savaşı hakkında bilgi edindiğimizi fark etmeyiz.

 

Bir başka deyişle dünya ve Türk klasiklerini okurken düzinelerce farklı dönem ve konu hakkında farkında olmadan bilgi sahibi oluruz. Bilgi birikintimiz büyüdükçe, düşünce şeklimiz gelişip değişir. Derken bir bakmışız dünyaya bakış açımız hiç beklemediğimiz bir şekilde değişmiş.

 

KELİME KOLEKSIYONU

 

Dünya klasiklerini ister Türkçe okuyalım ister yabancı dillerde bu kitapların kelime haznemizi zenginleştirdiği aşikâr. Ne de olsa okudukça daha fazla kelimeyle tanışır, anlamlarına o anda bakamasak bile onları aklımızda bir yere kaydederiz. Derken bir gün konuşurken “mutabık” gibi eski kelimeleri sözlerimizin arasına serpiştirmeye veya daha önce hiç kullanmadığımız “ototrof” gibi terminolojik kelimeleri dilimize dolamışız.

 

Normal bir insanın günde ortalama yalnızca 2 bin ila 5 bin kelime kullandığı ve bunların çoğunun “evet” ve “hayır” gibi basit sözcükler olduğunu düşünürsek, klasiklerin dilimize ne büyük bir katkısı olabileceğini görebiliriz. Neticede genişletmeke olduğumuz kelime dağarcığımız bize pek çok şekilde yardımcı olabilir. Örneğin bir iş görüşmesine gittiğimizde kullandığımız dille kendimizi öne çıkartabiliriz. Birkaç yıl önce yapılan, kendini iyi ifade eden insanların daha çabuk terfi edildiğini kanıtlayan araştırmaya göre kariyerimizde de beklediğimizden hızlı yol alabiliriz.

 

HAFIZAMIZI GELIŞTİRMEK

 

Bir kitap okurken pek çok farklı karakter hakkında, pek çok farklı şeyi aklımızda tutmamız gerekir. Kim nerede, ne yapmış? A kişisin, B kişisiyle ilişkisi ne? A karakterinin özellikleri ne? Kıskanç mı, anlayışlı mı, güvensiz mi, sabırlı mı? Bütün bunları normal bir kitapta aklımızda tutmak yeterince zor ancak Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı gibi bol sayıda, zor isimli karakterleri olan bir eser veya Gabriel Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık gibi düzinelerce karakterin aynı adları taşıdıkları bir kitap okuyorsak bu hepten zor. Yine de böyle bir eseri okumanın zor olması faydasız olduğu anlamına gelmiyor elbette. Tersine bu tip eserleri okumak beynimizi zorlayarak bizi hafızamızı geliştirmeye zorluyor.

 

Normalde bir anı yarattığımızda beynimizde yeni sinir kavşakları oluşur ve zaten var olan sinir kavşaklarımız güçlenir. Bu kısa zamanlı hafızamızı kuvvetlendirir. Aynı şey klasik bir eseri okumaya başladığımızda da gerçekleşir. Zira Suç ve Ceza’daki Raskolnikov’un kitabın ortalarında ve sonunda neyi, neden yaptığını iyice anlayabilmemiz için kitabın başına neler yaptığını hatırlayabiliyor olmamız, yani bunu bize söyleyen bir anı yaratmış olmamız gerekir. Bu da klasik eserler okurken beynimizde yeni sinir kavşakları açtığımız, böylece hafızamızı kuvvetlendirdiğimiz anlamına gelir.

 

SUÇLU KİM?

 

Klasikler bize anlatım esnasında bolca detay sunarlar. Perdelerin rengi, havanın durumu, ana karakterin görünümü… Bütün bu detaylar kitapta anlatılan sahneyi ve olayı gözümüzün önünde canlandırmamıza yardımcı olur. Eğer bir kitap iyi yazılmışsa -ki klasikler iyi yazılmış kitaplardır- sahnenin gerçekçi olup olmadığını tartışabilir, karakterin inandırıcılığını, motivasyonlarını sorgulayabiliriz. Başka bir deyişle kitabı analiz edebiliriz.

 

Klasiklerin pek çok detay sunarak bizi, onları analiz etmeye teşvik etmeleri genel analiz yeteneğimizi de geliştirir. Örneğin bir Sherlock Holmes kitabını okurken küçük detayları toplayıp analiz edip gerçek suçlunun kim olduğunu bulmaya çalışırız. Bu şekilde geliştirdiğimiz analiz yeteneğimizi daha sonra gerçek hayatta da kullanabiliriz. Mesela iki arkadaşımız kavga ediyorsa durumu objektif bir şekilde dinleyip analiz edip çözümlemeye yardımcı olabiliriz. Kişisel hayatımızda çözülmesi gereken bir problemle karşılaştığımızda durumu analiz edip bir çözüme rahatlıkla ulaşabiliriz. Bunu da Sherlock Holmes’a ve daha bir dolu kitap karakterine borçlu olmuş oluruz.

 

BAŞKA TÜRLÜ ULAŞAMAYACAĞIMIZ DÜNYALARA KAPILAR

 

Klasikleri okumanın tek sebebi okurlarına pek çok fayda sağlamaları değil. Aynı zamanda gerçekten eğlenceli ve keyifli olmaları. Başka türlü ulaşamayacağımız, yepyeni dünya ve zamanlara açılan kapılar olmaları. Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sındaki ve Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Hikâyesi’ndeki distopik dünyaları başka nerede bulabiliriz? Okyanusun ortasında bir balina avına Herman Melville’in Moby Dick’i olmadan çıkabilir miyiz? Amerika İç Savaşı’na veya Fransa Devrimi’ne Margaret Mitchell’ın Rüzgâr Gibi Geçti’si ve Victor Hugo’nun Sefiller’i olmadan tanık olabilir miyiz?

Elbette ki hayır. Zira teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin, bir zaman makinesi ya da insanların hayallerini görmemizi sağlayacak bir makine olmadan bu zamanları ve yazarların hayal dünyalarını deneyimleyemeyiz. Gerçekten güzel, macera dolu, düşündürücü ve evet, bir yandan da faydalı vakit geçirmek istiyorsak o zaman klasikleri muhakkak okumamız gerek.

 

 

DOSYA EKİ:


 

Hangi Türk Klasiklerini Okumalıyız?

 

Diyelim ki dünya klasiklerini bitirdik. O halde hangi Türk klasiklerine el atmalıyız?

 

YAZAR: OĞUZ ATAY

KİTAP: TUTUNAMAYANLAR

 

NEDEN OKUMALI: Türk edebiyatında modernist romanın doruk noktası ve postmodernist romanın başlangıcı olan Tutunamayanlar inanılmaz dili, derinliği ve detaylarıyla okurlara başka hiçbir yerde bulamayacakları bir deneyim sunuyor.

 


 

 

YAZAR: AHMET HAMDI TANPINAR

KİTAP: SAATLERI AYARLAMA ENSTITÜSÜ

 

NEDEN OKUMALI: Kitap Türk kültürünün 200 yıllık meşgalesi olan “Doğu-Batı” çatışmasını anlatmanın en alegorik, anlamanın da en etkileyici yolu.

 


 

YAZAR: YAŞAR KEMAL

KİTAP: İNCE MEMED

 

NEDEN OKUMALI: Çünkü bu isyanın, sevginin, savaşın ve coşkunun kelimenin tam anlamıyla destanı.

 


 

YAZAR: YUSUF ATILGAN

KİTAP: ANAYURT OTELİ

 

NEDEN OKUMALI: Ana karakterin iç çözümlemeleri üstüne kurulu olan Anayurt Oteli beklenmedik ve çarpıcı bir psikolojik yolculuk.

 


 

YAZAR: PEYAMI SAFA

KİTAP: DOKUZUNCU HARICIYE KOĞUŞU

 

NEDEN OKUMALI: Çünkü psikolojik yaklaşımıyla olduğu kadar toplumsal çözümlemeleriyle de hepimizi ilgilendiren bir roman.

 


 

YAZAR: KEMAL TAHIR

KİTAP: DEVLET ANA

 

NEDEN OKUMALI: Osmanlı’nın kuruluşunu konu alan roman o tarihi dönemi mükemmele yakın bir şekilde yansıttığı gibi nadiren ele alınan konulara değinmekten kaçınmaz.

 


 

YAZAR: ADALET AĞAOĞLU

KİTAP: BIR DÜĞÜN GECESI

 

NEDEN OKUMALI: 70’li yılların Türkiye’sini çok farklı görüş ve yapıdaki karakterlere yer vererek, okura heyecandan soluğunu tutturacak bir olay örgüsüyle anlatır.

 


 

YAZAR: YAKUP KADRI KARAOSMANOĞLU

KİTAP: KİRALIK KONAK

 

NEDEN OKUMALI: Osmanlı’nın çöküşünü, bize tanıdık gelecek nesiller arası ayrılıkları ince detaylar üstünden anlatarak okura bir tabloyu izlemekte olduğu hissini yaşatır.

 


 

YAZAR: ORHAN KEMAL

KİTAP: BEREKETLI TOPRAKLAR ÜZERINDE

 

NEDEN OKUMALI: Köylülük, işçi sınıfı gibi konuları ele alan roman sosyal ve bireysel ilişkiler hakkında akıllara durgunluk verebilecek gözlemlerde bulunurken, okurun 1954’te basılan bu romanın hâlâ böylesine geçerli olmasına hayret etmesine sebep olur.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.