Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Dosya


Dosya

Müzisyen romancılar




Toplam oy: 720
Müzik ile edebiyatın öteden beri birbirine ne kadar yakın olduğunu biliyoruz. Birini anmak, çok geçmeden diğerini de akla getiriyor. Hep yakınlık içermiş bir ilişki bu; dolayısıyla bir müzisyenin, bugün edebiyatın en popüler türü olan romana da el attığını öğrenmek, önce hayranlık uyandırsa da, şaşırtmıyor aslında. Zaten bu müzisyenlere gönül verdiysek, düz yazdıklarına da bakmak şart galiba... Yoksa bizdeki resimleri eksik kalabilir.

Rap müziğinin “istihza ustası” Gil Scott-Heron’un 2010 yılındaki Brixton konserinden önce, albümlerinin satıldığı tezgahta şiirleri de vardı, romanı da. The Vulture’ı ilk defa orada gördüm. Satın almadım ve tabii çok kısa bir süre sonra da bundan pişmanlık duydum. Ustanın şarkı sözlerinin içerdiği şiirselliğin, sosyal eleştirinin ve derinliğin farkında olduğumu düşünüyordum ama bir de romanı varmış demek ki... “Cuma geceleri, yarışları başlatan tabanca sesini getiriyor aklıma. Herkesi hafta boyu süren bekleyişlerinden kurtarıyor sanki bu ses.” 1970 tarihli The Vulture bir “noir.” Harlem noir’ı. Ayrımcılık ve sınıf çatışmasını arka planına alan, sürükleyici bir roman. Ancak rap şairi, besteci, şarkıcı, caz piyanisti, eleştirmen Gil Scott-Heron’un bir romanı daha var: The Nigger Factory. Militan öğrenci aktivistlerin haklarını savunmak adına verdikleri mücadeleyi anlatan bir roman bu ve 1972’de yayımlanmış. Ve bu iki roman da Türkçede yok, ama olsa bile ne kadar ilgi göreceğine dair ciddi şüpheler mevcut.


Müzik ile edebiyatın öteden beri birbirine ne kadar yakın olduğunu biliyoruz. Birini anmak, çok geçmeden diğerini de akla getiriyor. Bin yıllardır böyle bu. Müzik-edebiyat ilişkisi günümüze antik çağlardaki alışkanlıklardan, dini ayinlerden evrilerek geliyor. Bu çağlarda müzik, edebiyatın eşlikçisi bir konumda. Bu ilişki üzerinde düşünülmeye ise ancak 15. yüzyılın ikinci yarısında, müziğin dini metinlerin vuruculuğunu bozmayacağı, aksine güçlendireceği fikriyle başlanıyor. Bu dönemde iki disiplin arasındaki ilişki bir dengeye oturtulmaya çalışılıyor; bu dengeyi sağlayan eserler yüceltiliyor. Romantik dönem itibariyle yazılı metinlerde müzik arayışının ortaya çıkmasıyla, kulağa hitap eden kafiyeler, ritim ve müzikalite, şiirin vazgeçilmezi haline geliyor. Sembolizm de şiirde müziği büsbütün ön plana çıkarıyor.


Hep yakınlık içermiş bir ilişki bu; dolayısıyla bir müzisyenin, bugün edebiyatın en popüler türü olan romana da el attığını bilmek, roman yazdığını öğrenmek, önce hayranlık uyandırsa da çoğu zaman bizleri şaşırtmıyor aslında. “Roman yazan” ya da “Roman da yazan” müzisyenler arasında, edebiyat sevgileri aşikar olan en popüler isimler Leonard Cohen ve Bob Dylan olsa gerek. Gerçi dünyanın en büyük pop yıldızlarından Madonna’nın da bir çocuk romanı var ama eli hep kalem tutmuş olanlardan başlayalım biz.

 

 


Yaşayan en büyük ozan Leonard Cohen’in şiir kitaplarının yanı sıra yayımlanmış (ve Türkçeye de birkaç defa çevrilmiş) iki romanı var. İlki, 1963 tarihli En Sevilen Oyun (The Favorite Game) yarı-otobiyografik bir roman ve Cohen’in düzyazıda da ne kadar iyi olduğunu gösteriyor: "Çocuklar yaraları madalya gibi sergiler. Âşıklar yara izlerini açıklanacak sırlar niyetine kullanır. Yara izi, söz ete büründüğünde ortaya çıkandır. Herhangi bir yarayı, savaşın onurlu yaralarını sergilemek kolaydır. Bir sivilceyi göstermekse zordur." İkincisi ve belki daha fazla bilineni ise 1966’da çıkan Görkemli Kaybedenler (Beautiful Losers). Oldukça deneysel, cesur, mistik bir roman bu: “Kilise’yi otomobilleri ele geçirmekle, sivilcelere sebep olmakla suçluyorum, Kilise’yi yeşil mastürbasyon tuvaletleri inşa etmekle suçluyorum, Kilise’yi Mohawk danslarını yamyassı etmekle, halk şarkılarını bir araya toplamamakla suçluyorum.” Daily Telegraph gazetesi “Sahnede Hair, ekranda Easy Rider izlemek gibi" yorumunu yapmış romana. “Plaj okumaları için uygun değil,” diyebilirim ben de...


Yaşayan en büyük rock şairi Bob Dylan’ın da meşhur bir Tarantula’sı var. Tarantula da 1966 tarihli, deneysel bir roman ya da kimilerine göre düzyazı-şiir. Otobiyografisi Chronicles bir yana, Dylan’ın tek kitabı. 1966 yılı, aslında kitabın 50 nüsha fotokopi olarak dolaşıma girdiği yıl. Sonrasında, 1971 yılındaki resmi baskıya kadar kitabın korsan kopyaları el altından yeryüzüne dağılıyor: “Kitaplar iyidir ya da kötüdür demiyorum, ama eminim ki biraz zaman ayırıp bunu öğrenme fırsatın da hiç olmadı – tamam, ivanhoe sınavından B & silas marner sınavındansa A alırdın. Hamlet sınavında neden başarısız olduğunu merak ediyorsun, öyle mi.” Bilinç akışı tekniğiyle, çok sevdiği Beat Kuşağı edebiyatı tarzında yazılmış metin hakkında Dylan, “Aslında bir kitap yazma niyetim yoktu. Olaylar çok çılgınca seyrediyordu o sıralar,” diye konuşuyor. Tarantula aslında Türkçeye çevrildi, ancak ya tükenmiş durumda ya da bir depoda rutubetle kucak kucağa.


Tam da bu noktada John Lennon’ın In His Own Write’ını anmak yerinde olabilir. Türkçeye Kendi Yazdıkları olarak çevrilen 1964 tarihli bu kitap gerçi bir roman değil. Öykü, şiir ve çizimlerden oluşuyor ve genelde, gerçeküstücü bir tarzı olduğu söyleniyor. Ancak “edebi saçmalama” olarak değerlendirenler de var bu küçük kitabı. Ha, bugün John Lennon’ın kayıp bir romanı ortaya çıkıverse şaşırır mıyız? Hayır.

 

 

Bob Dylan’ı “var eden” aydın


Burada geri vitese takarak Bob Dylan üzerinden daha geriye, onu bir bakıma “var eden” bir başka büyük ozan şarkıcıya, Woody Guthrie’ye dönelim. Protest folk müziğinin atası, 1912 Oklahoma doğumlu Woodrow Wilson Guthrie, ortaçağ minstrel’leri gibi bir gezgin, çok okuyan, “içi boş şarkılar söylemekten nefret eden” gerçek bir aydındı. Walt Whitman’ı, Mark Twain’i, İncil’i ve radikal solun temel eserlerini iyi okumuştu ve her zaman toplumsal sorunlara duyarlı biri olarak politik içerikli gerçek folk şarkıları yazdı. İyi bir iş, özgür bir sendika, konuşma hakkı, adaletli bir ücret, yaşanacak güvenli bir yer isteyenlerin yanında, onlar adına şarkısını söyledi. Ancak kişisel temalara dokunmasını da çok iyi biliyordu.


Woody Guthrie’nin şevkle yazdığı ama yaşarken yayımlama fırsatı bulamadığı 1947 tarihli Toprak Ev isimli bir romanı da var. Tam 66 yıl sonra, 2013’te günyüzü gören roman, akabinde Türkçeye de çevrildi. Romanın sunuşunu kaleme alan sinema oyuncusu (ve müzisyen) Johnny Depp, Toprak Ev’in unutuluş nedenlerinden birinin, Sovyet komünizminin en azılı düşman ilan edildiği Truman dönemine denk gelmesi olduğunu düşünüyor. Kitapta, dünyadaki ekolojik tehlikeleri erkenden gören ve endüstriyel tarıma lanetler yağdıran Guthrie, yoksul çiftçilerin kendi topraklarını koruma mücadelelerine paralel olarak kahramanlarının cinselliklerini de duyarlıkla kavrama becerisini gösteriyor: “Düzlüklerdeki çimenler, sert yabani otlar, çalılar yerlerinden ayrılmıyor ama havanın akışına kapılan başıboş kağıt parçalarının, samanların, sapların, tozların, anızların ardından şarkı söylüyor, mırıldanıyor, ağlıyor gibi görünüyorlardı. Bu düzlüklerde doğup büyümüş, yaşayıp çalışmış, sevip sevişmiş Tika’yla Ella May için, kalplerinde ve derinlerinde elemli bir mevsim, eski ve kuru bir mevsimdi bu.”


Ünlü Amerikan halkbilimci Alan Lomax Toprak Ev’in ilk bölümünü okuduğunda şaşkına dönmüş, yazarın haksızlığa uğramışların duygularını bu kadar gerçekçi ve onurlu bir şekilde aktarmasına hayran olmuş ve Guthrie’yi romanı bitirsin diye aylarca yüreklendirmiş. Roman, Steinbeck’inkiler kadar toplumsal bilince ve D. H. Lawrence’ınkiler kadar cinsel saflığa sahip olarak da değerlendiriliyor.

 

 

Sahici ve umut yüklü köprüler


İsmi geçen “müzisyen romancılardan” Leonard Cohen ve Bob Dylan’ı Türkiye’de birkaç defa izleme şansını yakaladı bazılarımız. Ama neden bir kez daha olmasın ki? Patti Smith ve PJ Harvey’i ise bu yaz başlarında sahnede bir kez daha görebilme fırsatımız olacak, ne iyi ki...


20. yüzyılın popüler müziğinde önemli bir başka rock şairi de Rimbaud, Baudelaire, William Blake ve sembolizmin ilham verdiği Patti Smith elbette. 1975’te çıkardığı ilk albümü Horses ile New York’taki punk-rock sahnesinde öncülük eden 1946 doğumlu Patricia Lee Smith, oldukça dindar bir eğitim görmüş olsa da, kendi yolunu çizmiş ve “punk’ın annesi” (godmother of punk) olarak şiir ile müziği bir araya getirmişti. “Patti Abla”nın düzyazı, şiir ve çizimlerini topladığı 1978 tarihli Babel isimli kitabı önemli. Türkçeye de çevrilen anı kitapları arasında ise özellikle Çoluk Çocuk’un (Just Kids) bir bestseller’a dönüştüğünün altını çizelim burada. Ama Hayalperestler (Woolgathering) ve M Treni de (M Train), Smith’in ne kadar özgün bir yazar olduğunun kanıtları olarak, geçmişimizle hayallerimiz arasında sahici ve umut yüklü köprüler kurabiliyor.


1969 doğumlu İngiliz ozan şarkıcı PJ Harvey geçen yıl, sinemacı ve fotoğrafçı olan Seamus Murphy ile birlikte bir kitap yayımladı. The Hollow of the Hand isimli kitap bir roman değil; Harvey’in şiirsel metinlerine eşlik eden Murphy’nin fotoğraflarından oluşuyor. 224 sayfalık bu toplam, ikilinin 2011-2014 arasında Kosova, Afganistan ve Washington’a yaptıkları gezilerde ortaya çıkmış. “Polly imgeleri seven bir yazar, ben de sözleri seven bir fotoğrafçıyım. Önce kendi ülkemize çevirmiştik yüzümüzü, şimdi de dünyaya bakıyoruz,” diye konuşan Seamus Murphy, Let England Shake albümünün 12 şarkısı için de film çekmişti. Harold Pinter, T. S. Eliot, William Butler Yeats, James Joyce, Ted Hughes ve çağdaşlardan, The Pogues grubunun ozanı Shane MacGowan’ı etkilendiği şair ve yazarlar olarak anıyor Polly Jean Harvey. White Chalk albümünü yaparken ise Dostoyevski ve Tolstoy gibi Rus romancılarından etkilendiğini söylüyor.


PJ Harvey’den “insan yüreğinin haritacısı” Nick Cave’e sıçramak zor değil. En büyük ilham kaynağının İncil (King James versiyonu) olduğu bilinen Nick Cave’in, Dostoyevski ve Blaise Pascal’dan etkilendiği de bir giz değil. Öte yandan Cave, John Berryman’in en iyi şair olduğunu söylüyor. Leonard Cohen gibi Nick Cave de bestelerinde aşk ilişkilerini derinlemesine sorgulamış, hatta aşk şarkısı yazma üzerine seminerler vermiş bir müzisyen. “Aşk şarkısını tanrıyla iletişim kurmanın en iyi yolu olarak gören” Cave’in yazmış olduğu bütün şarkı sözleri önce 2001’de, sonra 2007’de kitaplaştı. Ama müzisyenin iki de romanı var. Bir post-punk gotik olark kabul edilebilecek 1989 yılına tarihli Ve Eşek Meleği Gördü (And the Ass Saw The Angel) ve 2009 yılına tarihli bir grotesk fantezi olan Bunny Munro’nun Ölümü (The Death of Bunny Munro). Avustralyalı ozanın senaryo, şiir ve oyunlardan oluşan iki ciltlik King Ink isimli kitabı da var. Ha, bir de geçen yıl çıkan The Sick Bag Song... Son romanı Bunny Munro’nun Ölümü’nün üzerinden altı yıl geçmişken, Cave, uçak koltuklarında bulunan kusmuk torbalarına yazdığı notları The Sick Bag Song ismini verdiği bir kitapta toplamaya karar vermişti. 2014’te grubu Bad Seeds’le beraber çıktığı yirmi iki şehirlik Kuzey Amerika turnesi sırasında alınan bu notlar zamanla “ilham, aşk ve anlam arayışında olan epik bir şiir” bütünlüğüne erişmişti. “Masalsı ve huzursuz bir destan” olarak da tanımlanıyor, ama bir roman değil.

 

 

“İngiltere’nin Zeki Müren’i”


Bu arada geçen yıl, “İngiltere’nin Zeki Müren”i Steven Patrick Morrissey’in de bir romanı çıktı. Popüler müziğin en özgün ozanlarından Morrissey’in romanı List of the Lost çıkar çıkmaz büyük ilgi gördü ama genelde çok kötü eleştiriler aldı. Roman –henüz– Türkçeye çevrilmiş değil, ama çevrilirse, burada da –iyi ya da kötü– belli bir ilgi göreceğini düşünebiliriz.


Liste daha da uzatılabilir: Dünyanın en popüler heavy metal topluluğu Iron Maiden’ın solisti Bruce Dickinson’ın bir dizi romanı (Lord Iffy Boat Race) var (ama bulunmaları biraz güç). Yukarıda ismi anılan John Lennon’ın Kendi Yazdıkları tarzında Tom Waits’in de bir kitabı bulunuyor: Seeds on Hard Ground. İngiliz, sosyalist folk ozanı Billy Bragg’in polemik-otobiyografi karışımı kitabı The Progressive Patriot 2008’de piyasaya çıktı ve ilgi gördü. Amerikan punk’ının mucitlerinden Richard Hell’in de romanlarının olduğunu bilelim, hatırlayalım. Tahmin edilebileceği gibi bu kitapların Türkçe çevirileri yok; olacak gibi de görünmüyor.


Roman yazan müzisyenler bağlamında Türkiye’de ise Zülfü Livaneli’yi bilmeyen yok. Eski müzisyen, yeni romancı Livaneli oldukça üretken yıllar geçiriyor. Öte yandan, Ezginin Günlüğü grubunun eski vokalisti, yazar Hüsnü Arkan, bu yıl 44.’sü verilen Orhan Kemal Roman Armağanı’nı Hırsız ve Burjuva adlı romanıyla kazandı. Eski popçu Suat Suna’nın da yayımlanmış bir romanı bulunuyor. Daha genç kuşaktan müzisyenler de edebiyat alanında giderek daha fazla isimlerinden söz ettiriyorlar.


Bu yazıda bir de Ketil Bjornstad’a yer ayırmak isterim. Bjornstad 1952'de Oslo'da doğmuş, önce klasik müzik eğitimi almış, daha sonra caz müziği keşfederek Avrupa cazının gelişmesinde büyük rol oynamış bir müzisyen. 1973'ten bu yana otuzun üzerinde albümü yayımlanmış durumda. Ünlü sinema yönetmeni Jean-Luc Godard'ın dört filmi dahil çeşitli filmler, müzikaller ve oyunlar için besteler yapan sanatçının müzik kariyerinin yanı sıra çok üretken bir yazar olduğu da söylenebilir. Bjornstad’nın 1972'den bu yana yirminin üzerinde romanı, iki şiir kitabı, bir oyunu ve denemelerinin derlendiği kitapları yayımlandı. Bjornstad halen Norveç'teki çeşitli gazete ve dergiler için edebiyat ve müzik eleştirileri yazıyor. “Edebiyatla müziğin kurduğu iletişimin geri besleme süresi açısından çok farklı olduğunu, aralarındaki ortak noktanın ritim ve duyguda aranması gerektiğini” söyleyen yazarın Türkçede Müzik Uğruna ve Düşüş olmak üzere iki romanı bulunuyor.


Şüphesiz müzik ile edebiyatın ilişkisi çok boyutlu ve “roman yazan müzisyenler,” bu, –popüler tabirle; disiplinlerarası– ilişkinin sadece bir yönü. Ama bu müzisyenlere gönül verdiysek, düz yazdıklarına da bakmak şart galiba. Yoksa bizdeki resimleri eksik kalabilir.


 

 

Görseller: (sırasıyla) Murat Miroğlu, Naz Tansel, Onur Aşkın

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Dosya Yazıları

Günlük yaşantıdaki kurallar çoğu zaman, yazılan eserler için de geçerlidir. Zorla gerçekleşen, kendine biçilen rolden fazlası istenen veya aşırıya kaçan her şey güzelliğini yitirir. Şair Eyyüp Akyüz, son kitabı Eskiden Buralar’da, adeta bu bilginin ışığında şiirlerini uzun tutmadan bitiriyor ve akılda kalan mısraları bize yadigâr kalıyor.

 

-Kimsin?

-Anneannemin torunuyum.

 

Divan Edebiyatı, sahibi meçhul bir kavram. Her halükârda 20. yüzyılın başında ortaya çıktığı konusunda bir tartışma yok. İskoçyalı oryantalist Elias John Wilkinson Gibb’in 1900 yılında yayınlanan Osmanlı Şiiri Tarihi kitabında bu kavrama hiç yer verilmez. Hepsi batılılaşma döneminde düşünülen isim alternatiflerinden biridir “Divan Edebiyatı”.

Arap coğrafyasında üretilen roman, öykü ve şiirler son yıllarda edebiyat gündeminde karşılık buluyor. Avrupa başta olmak üzere Batı’da düzenlenen büyük ve uluslararası kitap fuarlarındaki temsiliyetin güçlenmesi, en yeni eserlerin prestijli birçok ödüle değer görülmesinin bu ilgideki payı büyük elbette. Batı’nın doğuyu gördüğü “egzotik göz”le romantize edilemeyecek bir yükseliş bu.

Yirminci yüzyıl başlarında İngiltere genelinde Müslümanlara yönelik hasmane tavırlar öne çıkarken, İslam’ı seçenlerin sayısında da gözle görülür bir artış söz konusudur. İslam’la müşerref olan bu şahsiyetler, yeri geldiğinde İslam dünyasının savunucuları olarak da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.