Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Unutulmaz Şarkıların Yazarıyla Uzun Bir Sohbet



Toplam oy: 215
Metin Solmaz, Mehmet Teoman’la çok güzel bir nehir söyleşi yapmış. Hikayeler, anılar… Mehmet Teoman, her şeyden önce olağanüstü şarkıların yazarıdır. Yani, şöyle bir düşünüyorum da Mehmet Teoman -ve Fikret Şenes, Fecri Ebcioğlu…- olmasaydı Türk pop müziği de herhalde olmazdı. Olurdu da olduğu bir şeye benzer miydi?

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün. Otobiyografik bir metinde saklayacağınız, tahrif edeceğiniz, ütüleyeceğiniz kısımlara karşı -şayet önceden anlaşmamışsanız- savunmasızsınız.

 

Öte yandan, biyografiden de farklı. Sizin yargı ve çıkarımlarınıza uzunboylu imkân vermiyor. En nihayetinde, siz bazı soruları soruyorsunuz ama hayatı anlatan muhatabınız ve kendi hayatını anlattığına göre baştan hiyerarşik bir ilişki kuruluyor. “Sen benim hayatımı benden iyi bilemeyeceğine göre, soru sormakla yetineceksin” diye formüle etmek bile mümkün.

Pop müzik ve Batılılaşma macerası
İtiraf edeyim, nehir söyleşi okumayı pek seviyorum. Hele bir de sevdiğim bir insanla yapıldıysa konuşma. Hele bir de sevdiğim bir insansa soruları soran değmeyin keyfime. Onların yarattığı sohbet atmosferinde kaybolmaya çalışarak bir çırpıda okuyuveririm. Dedim ya, bu bir ara tür diye, nehir söyleşinin bir güzelliği de dilidir. Hiç yormaz okuyanı. Metin sayfalarca uzar gider ama gömüldüğünüz koltukta -ben genellikle nehir söyleşileri ve birçok kitabı böyle okurumkeyifli bir sohbeti dinlemekten hayli memnun, bir bakarsınız ki kitap bitivermiş!
Türkiye’de otobiyografi yazma kültürü pek yoktur. Amerika Başkanlarının hepsi mutlaka kendilerince, kendi açılarından o günlerini anlatırlar ama Türkiye’de ne siyasetçiler ne sanatçılar ne biliminsanları arasında böyle bir kültür oluşmuştur. Ama son yıllarda burada da nehir söyleşiye gösterilen talep artıyor gibi geliyor bana. Bir ara İş Bankası böyle bir dizi çıkarmıştı, son dönemde Turkuvaz Kitap’ın nehir söyleşi dizisini görüyoruz, ama tabii bunlardan ibaret değil.
Mehmet Teoman’la nehir söyleşi yapıldığını görünce adeta plonjon yaparak kitabı kimselere bırakmadan raftan aldım. Sonra hemen eve gelip her şeyi boşvererek ve yarım bırakarak okumaya başladım. Söyleşiyi yapan Metin Solmaz’ı şahsen tanımıyorum ama Ağaçkakan’da yaptığı işleri biliyorum, üstelik çok başarılıydı! Hocam Bülent Somay’la birlikte yaptıkları -özellikle de pop müzik üstüne… Yani, kitabı derhal okumak için her şey olması gerektiği gibi. Comme il faut. Pop müzik deyince Türkiye’nin Batılılaşma macerasına da bence değinmek gerekir. Bu cümleyi, aranjmanlarla Batılılaşma öykünmesine diye düzeltebilirim de. Metin Solmaz’la Mehmet Teoman’ın “kimyası” da tutmuş, ortaya soluksuz okunan keyifli bir iş çıkmış. Bence Metin Solmaz’ın başardığı en önemli şey, samimiyeti okura geçirirken sululuğa ya da bayağılığa asla prim vermemesi olmuş.
Bazı nehir söyleşi kitaplarında söyleşiyi yapan kişi muhatabıyla arkadaş olduğunu o kadar hissettirir ki iş onların aralarında çevirdiği sevimsiz bir sohbete dönüşüverir. Bir de, soruları soran kişinin hayran olması ihtimali de vardır nehir söyleşide. Öyle olunca da ortaya amatörce bir iş çıkar. Ne sorular dişe dokunur ne de cevaplar.
Şimdi, kitaba dönelim. İlk soruya. “Mehmet abi, dedenle başlayalım mı…”[21] Böyle başlıyorlar konuşmaya, senlibenli, abi’li… Ama dediğim gibi çok ince ayarı mükemmelen tutturdukları için okuyucuyu iyice sarıp sarmalayan çeken bir metne dönüşmüş.
Mehmet Teoman, her şeyden önce olağanüstü şarkıların yazarıdır. Yani, şöyle bir düşünüyorum da Mehmet Teoman -ve Fikret Şenes, Fecri Ebcioğlu…- olmasaydı Türk pop müziği de herhalde olmazdı. Olurdu da olduğu bir şeye benzer miydi? Tabii bunlar yüzeysel laflar, olduğu ve olabileceği için şartlar onu Mehmet Teoman kıldı…
Serge Reggiani’ye her fani gibi ben de bayılırım ama şarkının Türkçesinin orijinalinden daha güzel olduğunu söylemek zorundayım! Bu ancak sanatın gün yüzüne çıkarabileceği büyük bir güç, kudret. Nerede okuduğumu hatırlamıyorum ama Japonların bir sanatı varmış. Kırılan bir vazo asla eskisi gibi olmaz ya, aralarını altınlarla doldurup eskisinden daha değerli bir hale getiriyorlarmış. Tabii ki hepsi için değil ama Türkçe pop müzik aranjmanları deyince aklıma Japonların bu sanatı geliyor. Yazdığı şarkılardan birkaçını sıralayayım diyorum ama ne tuhaf, yazarken kendimi tutamayıp içimden mırıldanıyorum da. “Kadınım”, “Beni Benimle Bırak”… Söyleşi tepeden çekilen bir kamera gibi dedesiyle başlıyor, sonra ailesine geçiyor, derken babasının işi dolayısıyla taşındıkları Paris’te geçen günler. Çok ilginç, ancak orada olanların bileceği bir hikâye. İkinci Dünya Savaşının hemen sonrasındayız, Nazi işgalinin izlerini silmeye çalışıyorlar Paris’te.
“Savaş sonrası izler her yerde görünüyordu. Bazı metro istasyonlarına girişi yasaklamışlardı mesela. Zamanında sığınak olarak kullanılmış yerler. Tabii mühimmat da saklanmış orada. Bazıları temizlenmiş, bazıları temizlenmemiş bombalardan. (…) Gazeteden mahalleye ait küçük ilanları takip ederdik biz. Ne zaman ‘kedimi arıyorum, köpeğimi arıyorum” diye bir ilan görsek gidip bulurduk.”[43] Tabii bu kediler-köpekler mühimmat dolu istasyonlarda! Haylazlık insanın kanına girmeyegörsün Nazi panzerleri durduramaz!
Burada işi biraz şahsileştirmek istiyorum. Mehmet Teoman şöyle diyor: “Benim ilk müzik kültürüm Galatasaray’dayken başladı, Fransızlarla, şairlerle… Jacques Brel, Charles Aznavour… bunlar benim hocalarım. Ondan sonra Leo Ferre. Bunların hepsi şairdir.”[58] Jacques Brel, Mario Levi’nin olsun; Charles Aznavour’un yeri benim için de ayrıdır. Şarkıları bir yana, beni şahsen konserine davet edişi, Verona’da, Bra meydanındaki arenada, sahnedeki yetmişinci yılında… Mehmet Teoman’la da hiç tanışmıyoruz ama benzer hissiyata sahip olduğumuzu görmenin mutluluğu ayrı.
Yeni bir serinin müjdecisi
Evlilikleri, özel hayatı, başta Nükhet Duru ve Ayşegül Aldinç olmak üzere sanat dünyasının bugün önde gelen -ama o günler için birlikte yeni yeni parlamakta oldukları- starlarıyla yaşadıkları, hikâyeler, anılar…
Kitabın özel bir adı yok: Mehmet Teoman. Ama “Rindlerimiz 1” dediğine göre bunun da yeni bir nehir söyleşi serisinin müjdecisi olduğunu tahmin ediyorum. Bu ülkede çok kıymetli insanlar var. Hiç azımsanmayacak -kimin haddine?- görmezden gelinemeyecek kadar alanında büyük işler başarmış insanlardan söz ediyorum. Birçok şey onlarla beraber yitip gidiyor. Oysa bu bir yazgı değil. Madem sen otobiyografini yazmıyorsun, o zaman bana anlat birlikte yazmış olalım, demek kültür hayatımızın sığlaşmaması ve çoraklaşmaması için bence hayati öneme sahip.
Şöyle düşünün, Tanju Okan’dan Sezen Aksu’ya, Ajda Pekkan’dan Zerrin Özer’e, Orhan Gencebay’dan İbrahim Tatlıses’e nice insana dair hiçbir şey yazılmadı. Onlar da yazmadılar. Oysa bu isimler Batıda olsaydı böyle bir sükut olabilir miydi? Sadece pop şarkıcıları da değil hayatın çok farklı alanlarına gidip birbirinden ilginç hikâyeleri, bilgileri, anekdotları sonraki nesillere aktarmak gerektiğini düşünüyorum. Metin Solmaz, Mehmet Teoman’la çok güzel bir nehir söyleşi yapmış. Yetmemiş, Anason İşleri pırıl pırıl basmış. Resim, fotoğraf ve illüstrasyonlarla süslemiş.
Eh, daha ne olsun?

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.