Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Son Minyatürcü: Kunal Basu



Toplam oy: 347
Kunal Basu’yu keşfim, yıllar evvel girdiğim bir kitapçıda, ‘en az okunanlar’ olarak tabir edilecek bir rafla oldu. Minyatürcü kitabını alıp eve gittiğimi ve hemen hevesle okumaya başladığımı anımsıyorum. Kitapta mağrur Ekber, resme yani eskinin tabiri ile nakşa pek düşkündür. Öyle ki, etrafına uzak diyarlardan getirdiği en iyi nakkaşları toplamıştır. Okuma yazması olmayan Ekber Şah, doğunun kadim mesnevilerini de ezbere bilmektedir. Zira minyatürler, öylesine özenle çizilmişlerdir ki süsledikleri mesnevi kitaplarında cereyan eden hadiseleri okuması olmayanlara bile anlatabilmektedirler.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Kunal Basu, 1956 yılında Hindistan’ın Kalküta şehrinde dünyaya gelmiş. Koyu komünist bir ailenin çocuğu olarak büyüyen Basu, evdeki kütüphanenin büyüklüğü ve entelektüel anne- babasının arkadaş toplantıları sayesinde edebiyat dairesine çok erken yaşlarda girmiş. Jadavpur Üniversitesinde makine mühendisliği okumaya başlayınca bir yandan da üniversitedeki Hindistan Komünist Partisi’nin ateşli savunucularından biri olmuş. Katıldığı anti- emperyalist, anti- Amerikancı eylemlerdeki duruşu neticesinde öğrenci grupları içerisinde saygın bir isim olmuş. Bu dönemin akabinde bir süre serbest gazeteci olarak çalışmış ve Jadavpur Üniversitesinde hoca olarak dersler vermiş. Hayatının ileriki safhalarında Kanada’ya giden yazar burada McGill Üniversitesinde dersler verdikten sonra İngiltere’ye göç etmiş ve Oxford Üniversitesinde akademik kariyerine devam etmiş. Basu, edebiyatın dışında sinema ve resim sanatı ile de yakından ilgilidir.

Kunal Basu’yu keşfim, yıllar evvel girdiğim bir kitapçıda, ‘en az okunanlar’ olarak tabir edilecek bir rafla oldu. Minyatürcü kitabını alıp eve gittiğimi ve hemen hevesle okumaya başladığımı anımsıyorum. Romanın kurgusundaki olağanüstü detaylar, tarihin toz sarı görüntüsü ve burnum yerine dimağıma nüfuz eden kokuları bir kenara bırakırsak bu romanı hakkıyla idrak edebilmek için Hindistan tarihini çok iyi bilmem gerektiğini anlamıştım. Bu sayede Babür İmparatorluğu’na dair kapsamlı okumalara girişmiştim. Burayı özellikle vurgulamak istedim çünkü Kunal Basu’nun eserlerini keyifle okumak için Hindistan’ın hem uzak hem de yakın tarihini iyi özümsemek gerekiyor. Özellikle Minyatürcü romanı için konuşacak olursak üstünde durmamız gereken isim; tebaası tarafından ‘Ekber’ sıfatıyla anılan Celaleddin Ekber Şah’tır. Ekber Şah’ı birkaç paragrafa sığdırmanın beyhude bir çaba olduğunu bildiğim için ona Kunal Basu’nun çerçevesinden bakmanın şimdilik yeterli olacağı düşüncesindeyim. Celaleddin Ekber Şah’ı yakışıklı, cesur, meraklı, güçlü, tutkulu, gaddar ve romantik olarak resmeden Basu,
onu klasik edebiyattaki güneş imgesini kullanarak cisimlendirmiştir.
Büyük tarihten sıcak bir panorama
Güneş, Babür İmparatorluğu’nun sembolü olmakla birlikte Divan Edebiyatı’nda ‘sevgili’ için de kullanılır. Fakat bu sevgili servi boylu, nazenin, ahu gözlü bir kadın değil; gücün özü olan imparatordur. Güneş, Ekber Şah’tır. Geri kalan her şey ise onun görkemiyle ısınan kullardır. Bu güneş aynı zamanda uğrunda ölünen ve öldürülen, erişilmez bir noktadır, romanda. Mağrur Ekber, resme yani eskinin tabiri ile nakşa pek düşkündür. Öyle ki, etrafına uzak diyarlardan getirdiği en iyi nakkaşları toplamış ve bu nakkaşları tabiri caizse altına boğmuştur. Okuma yazması olmayan Ekber Şah, doğunun kadim mesnevilerini de ezbere bilmektedir. Zira nakkaşlarınca yapılan birbirinden müstesna minyatürler, öylesine özenle çizilmişlerdir ki süsledikleri mesnevi kitaplarında cereyan eden hadiseleri okuması olmayanlara bile anlatabilmektedirler.
Ekber’in ışığında genişleyen romanın ikici katmanına bakalım. 16. yüzyıl Agrası’nda bir grup nakkaş… Bu nakkaşların başında bulunan sernakkaş, ‘hoca’ olarak anılan kişi, metnin esas kahramanlarından Bihzad’ın babasıdır. Baş nakkaş, Hindistan’a İran civarından gelmiştir. İmparatorun en sevdiği sanatçılarından olduğu için ona muhteşem bir evle birlikte çeşitli imkânlar verilmiştir. Kendisinden yaşça epey küçük olan güzeller güzeli bir karısı vardır. Fakat beri yanda ise önceki karısından olma bir oğlu vardır ki, bu çocuk ‘Bihzad’ olacaktır. Babası, ona Bihzad ismini koymuştur çünkü oğlunun doğunun gelmiş geçmiş en büyük nakkaşı olan Bihzad (Behzad) gibi olmasını hatta onu geçmesini murat etmektedir. Lakin oğul, babanın istediği mizaçtan epey uzaktır. Dik kafalı, hırçın, kıskanç, şiddete meyyal ve içine kapanıktır. Fakat beri yandan Bihzad ismine yakışır derecede müthiş resimler çizmekte, çizdiği bu minyatürler tüm sanatçıları kendine hayran bırakmaktadır. Bilhassa güneş hayrandır onun resimlerine, yani Ekber Şah. Fakat saray entrikalarının, yasak aşkların ve kanlı siyasetin kuzgundan gölgeleri Bihzad ile Ekber’in üstündedir.
Kunal Basu, romanın iç ve dış sekanslarını iyi ayarlamış, büyük bir tarihten sıcak bir panorama devşirmesini bilmiştir. Bugünün Hint coğrafyasında dahi tabu bir terkip olarak kabul edilen Babür İmpartorluğu’nun dilemmalarını, sevaplarını, günahlarını cesurca işlemiştir. Kullandığı güçlü imajları, derin motifleri, zikzak karakter tahlillerini hesaba katarsak onun kitabın ismine yaraşır şekilde, bir minyatürcünün sabrı ile çalıştığını söyleyebiliriz.
Düş ve gerçeğin yontusu
Zira 16. yüzyıl Agrası; nakışlı evleri, filli sokakları, harikulade bahçeleri, kara incili oğlanları, rengarenk sariler içinde şehla bakışlı güzelleri, yasemin kokulu salonları ile ete kemiğe bürünmüş şekilde anakronizmin iplerine dolanmadan karşımızdadır. Ayrıca Moğollar, Türkler, Persler, Afganlar; Müslümanlar, Hindular, Hristiyanlar ve diğer topluluklarıyla Hindistan avcumuza sığacak kadar küçülmüştür. Yazar, iyilikle kötülüğü, bilgelikle cehaleti, iman ile küfrü, korku ile cesareti birbirleriyle mayalamış, bu karışımı düş ve gerçekten yonttuğu kaba koymuştur.
Kunal Basu, başta Minyatürcü olmak üzere eserleriyle adını Modern Hindistan Edebiyatı’nda saygın bir köşeye yazdırmıştır. Eserlerinden yalnızca birkaç tanesi Türkçeye çevrilmiş olmakla birlikte, yazar ne yazık ki ülkemizde pek tanınmamaktadır. Diğer eserleri ise The Japanese Wife, Racists, The Yellow Emperor’s Cure, Kalkatta, Sarojini’s Mother, The Endgame, The Opium Clerk’dir.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.