Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

"Başka insanlar" sayesinde "bir kişi"

Magna Carta Libertatum yani Büyük Özgürlükler Sözleşmesi... 13. yüzyıl İngiltere'sinde kralın sonsuz yetkilerini kısıtlayan bu belge hem özgürlük, eşitlik ve adalet arayan insanoğullarının ve kızlarının bu yolda attıkları büyük bir adımdı hem de İnsan Hakları Evrensel Bildirisi için toprağa ekilen verimli tohumlardan biriydi.  “Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, kanun dışı ilan edilmeyecek, sürgün edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır.” 1215 yılında imzalanan Magna Carta Libertatum’un bu en önemli maddesi günümüzdeki hukuk devleti anlayışının temelini oluşturuyordu. Zira hukuk devleti anlayışı bugün hala insanlığın kurtuluşu için elimizdeki tek çare. Bugün hala özgürlük demek hukuk demek. Ondandır ki Magna Carta’dan yüzyıllar sonra yani 10 Aralık 1948 yılında kaleme alınıp kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin de, temel kabullerinden olmuştur insanın hukuki bir birey olarak ele alınması… Durup dururken bu ansiklopedik tarih dersi de nereden çıktı diyenler için devam edeyim biraz daha: 1948 yılından beri her yıl 10 Aralık haftasını İnsan Hakları haftası olarak kutluyoruz, daha da mühimi haklarımızı, koruyup kollamasa da, kabul eden evrensel bir bildirge yayımladığımızı, bu cesareti bir zamanlar göstermiş olduğumuzu hatırlıyoruz. Her şeye rağmen umut verici…

Bundan tam altmış yıl önce, iki dünya savaşının ardından maddi ve manevi yıkıntıların arasında gölgelere karışmak üzere olan insanlığın elinden çıkmıştı İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi. Bugün hala ışıldayan bu umut bildirgesinin kutlanması için her yıl pek çok etkinlik yapılıyor. Ancak yine de “Özgürlük” adlı bir antolojide, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesini kutlayan kısa öykülerle karşılaşmak benim için şüphesiz tüm etkinliklerden daha etkileyici, daha umut verici oldu. Her ne kadar sözkonusu öyküler ayrı ayrı içimi acıtsa da… hemen hepsi bin türlü insan hakkı ihlalini anlatsa da…

Uluslararası Af Örgütü için yazmışlar: Joyce Carol Oates’ten Ariel Dorfman’a, Kate Atkinson’dan Paulo Coelho’ya, Yann Martel’den Nadine Gordimer’a, Henning Mankell’den Amit Chaudhuri’ye… Dünyanın çeşitli kültürlerinden gelen bu parlak yazarları biraraya getiren parlak buluş, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinde yer alan maddelerle ilişkili öyküler yazmaları. Amaçları belli; edebiyatın gücünden faydalanarak insanlığı bir kez daha özgür dünya düşüncesine, eşitliğe ve adalete; sözün kısası insanlığa çağırmak.

İdrak, şifa, uzlaşma ve birlik için edebiyat

“Bu antolojideki herhangi bir öyküyü okurken bir anlığına kendimizi bir başkasının yerine koyabiliyorsak, onun hayatını yaşayabiliyorsak, bu başlı başına büyük bir başarıdır. Empati sayesinde önyargıları yener, hoşgörü geliştirir ve sonunda sevgiyi anlarız. Öyküler idrak, şifa, uzlaşma ve birlik sağlayabilirler. Onların içlerindeki gerçeği, başkalarıyla empati kurma kapasitemizi hissetmek bizleri Tanrı’ya yaklaştırır.” Antolojinin önsözünde yer alan bu cümlelerde –ki bir başpiskoposun kaleminden çıkmalar- Tanrı’dan ziyade edebiyata dair kuvvetli bir inanç mevcut.  Yani insana, insanlığa…

Edebiyata inanmak insanlığa inanmak ve güvenmek demek. Aksi taktirde Muhammed Naseehu Ali’nin “Uzun Eve Dönüş Yolculuğu” adlı öyküsünün kahramanı, babası tarafından satılan işçi-köle çocuk Sando’nun yaşamı bu derece yüreğimizi dağlayamazdı. Ya da Joyce Carol Oates’in hispanik canavarı César’ı kurtarmaya çalışan Aile Hizmetleri görevlisini, umutsuz ve zayıf çabaları için kolaycacık suçlardık. Ve bir de Henning Mankell’in Sofia’sı var elbette. Bir kara mayınına basarak bacaklarını kaybeden ve yaşamak için direnen Sofia, zaman içinde kara mayınlarının kullanılmamasına karşı dünyanın her yerinde yapılan direnişin sembolü olan Sofia… Mayına basarak canlarını, vücutlarının bir parçasını vermiş pek çok çocuğumuz var bizim de, kırlarda çobanlık yaparken havan topuyla ölen kızlarımız... Onların hepsine Sofia desek kendi aramızda ne olur, günlük haberlerin arasında solup gidenler, edebiyatla kahramanlaşsa…     

Afrika’da İnsanlık kelimesi bizim dillerimize tercüme edilemeyen karmaşık bir kelimeyle ifade edilirmiş: Ubundu. Yani, bir kişi, başka insanlar sayesinde bir kişidir. Bu bir kavram, bir felsefi düşünce aslında, ne kadar derinse o kadar da basit ve özlü aynı zamanda: İnsanlık olmazsa biz de olmayız. Pek çok ülkede yasak olan bu öyküleri kaleme almak için bir yerlerde kolları sıvamış yetenekli ve yürekli yazarlar olmasa, umut ışığının da çok cılız olacağını bilmek gibi bir şey bu. Özgürlüğün tadını çıkarmak gibi…

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.