Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Kendi tuzağına düşen yazar, Chicago’dan eli boş dönen okur!

Ala El Asvani
Turkuvaz Kitap

Kültürel kimlik çatışmaları, yersiz yurtsuzlaşma, kökü en derinlerde doğu-batı ayrımı, devamında ise ötekilik ve sürgün... Dünya nüfusunun belki de yarıdan fazlasını meşgul eden, ezen, hayata damgasını vuran kavramlar bunlar. Çoğunluğun içine işleyen bu dertlerden mürekkep cümle romanın, filmin, her şey bir yana, ticari başarısının altında tam da bu özdeşim yatıyor olmalı. Yaraya ne kadar dokunursanız bir şekilde o kadar tanınıp seviliyorsunuz ister istemez. Hele ki bu dokunuş, tüm beklentilerden azade, samimi, duygudaşlık dolu ve gerçek bir edebi lezzet taşıyor olsun… İşte o zaman şu ölümlü dünyaya, ölümsüzlüğe dair bir çentik daha atılıyor, kahramanlar da, onları yaratanlar da ölümsüzleşiyor... Peki, bunu Mısırlı ünlü yazar Ala El Asvani için söylemek mümkün mü? Kısa bir süre önce Türkçeye çevrilen son romanı “Chicago”yu okuduktan sonra, hayır...

Mısırlı yazar Ala El Asvani,  adını,  yurttaşı ilk ve tek Nobel Edebiyat ödüllü Arap yazar Necip Mahfuz'u bile geride bırakmasına yol açan ilk romanı “Yakupyan Apartmanı” ile duyurmuştu dünyaya. Kahire’de batılı mimarlarca yapılan bir apartmanda yaşayanlar ekseninde Mısır’ın bin türlü yüzünü gösteriyor, Yakupyan Apartmanı’ndan bir kahraman yaratmaya çok yaklaşıyordu. Ki, romanın taşıdığı edebi pırıltılar gelecekte kaleme alacağı romanların da yolunu aydınlatıyor gibiydi.  Evet, Yakupyan Apartmanı’ndaki kahramanlar belli bir amaç için yaratılmıştı, bu çok belliydi. Köktendinciliği, İslami militarizmi, batı eğitimi almış doğulunun çelişik yaşamı, yoksulluk kaynaklı ahlaksızlığı, kapalı bir çevrede başta eşcinsellik olmak üzere yaşanan, yaşanmaya çalışılan farklı eğilimleri... Hepsi için birer karakter yaratmıştı Asvani, ancak bu kör parmağım gözüne durumunu, karakterlerini derinleştirerek aşmayı da başarmıştı. Yakupyan Apartmanı’nın İslami militarizme kapılan kapıcısının oğlu Taha’yı, yoksulluğu aşmak için kendi bedeniyle yüzleşen ve en başta ailesi tarafından fahişeliğe itilen Busayna’yı, entelektüel eşçinsel Hatim’i, para için dolayısıyla da oğlunun geleceği için yaşlı Hacı Azzam’a ikinci eş olmayı kabul eden genç Suat’ı... Hepsinin yönelimlerinin kaynağını gösteriyordu bize roman boyunca Asvani, kahramanlarıyla özdeşim kurmamızı sağlıyordu. Birbirine teğet geçen yaşamlardan yola çıkan bütünlüklü bir hikayeydi okuduğumuz. Ondandır ki Asvani bugün dünyada en çok tanınan Mısırlı yazar unvanını almıştı.

Ancak yazarın son romanı Chicago’ya baktığınızda, hayal kırıcı bir biçimde tersine işleyen bir süreçle karşılaşıyorsunuz. Öncelikle görülüyor ki yukarıda söz ettiğim kör parmağım gözüne durumunu sivriltip derinleştirirken, karakterlerini kartonlaştırmayı seçmiş Asvani. Şöyle ki, Chicago, adından da anlaşılacağı gibi bu şehri ve bu şehirdeki Illinois Üniversite’nin tıp fakültesinin histoloji bölümünde çalışan Mısır kökenli profesörleri ve doktora öğrencilerini temel alıyor. Bölüme yeni kabul edilen iki doktora öğrencisinin gelişiyle başlıyor hikayesini anlatmaya yazar: Tesettürlü Şeyma -ki onun tesettürlü ve utangaç bir kız olmasının yanında pek de belirleyici bir özelliği yok- ve siyasi eğilimleri nedeniyle Mısır’dan kaçmak zorunda kalan akademisyen-şair Naci. Yalnız Naci ve Şeyma değil, o kadar çok karakteri var ki Asvani’nin, neredeyse saymakla bitmez, Mısırlı ve Amerikalı profesörler, diğer Mısırlı doktora öğrencileri ve onların karıları, kocaları, sevgilileri. Hikaye bizi Mısır Cumhurbaşkanı’nın Amerika gezisinde bu üniversiteye gelişine hazırlarken romanın karakterleri de kendi hayatları ekseninde yeni dünyanın eskisinden miras aldığı kültürel çatışmalarını, insan yaşamına afetsi bir dokunuşla damgasını vuran her türden “öteki”liği, günümüzün en meşhur konusu siyasal İslam ile Amerika’da tesettürlü ve Arap olmayı anlatırlar.  Ancak öylesine bir yüzeyselliğe saplanıp kalmış, öylesine ne nalına ne mıhına tarafında olmaya çabalamış ki yazar, okurunu ne hikayesine ne de kahramanlarına inandırmayı başaramıyor. Arapla yahudinin, zenci kadınla beyaz adamın ilişkisi öylesine göstermelik, Amerikalı olmaya özenen ve tamamen bu değerlerle yetiştirdiği kızını uyuşturucuya kurban veren Mısırlı profesörün dramı öylesine yapay, Mısırlı köklerine dönmeye çalışan diğer profesör Salah’ın 30 yıl sonraki travmatik çabası öylesine yersiz ve beklenmedik kalıyor ki bir yerden sonra boynuna kim olduğunu kocaman harflerle yazmış pankartlar taşıyan karakterlerin üstünüze üstünüze geldiğini sanıyorsunuz. Belki bir tek Mısır Öğrenci Birliği’nin başkanı kaypak ve muhbir Danana karakteri dışında... Onun gelişimi ve başarılı sonu, romanın ne demek istediğine dair umutsuz bir çıkarıma yöneltiyor bizi. “Chicago”nun bir tek Danana karakteri kahramanlaşmaya, romanı toparlamaya yaklaşıyor.  

İlk romanında olduğu gibi “Chicago”da da hikayesini karakterlerin yaşamı üzerinden vermeyi seçmiş Ala El Asvani. Ama bir farkla, Chicago’da Naci karakterinin bizim de okuduğumuz bir günlüğü var. Neden yazdığını ve bu yazdıklarını neden okuduğumuzu anlayamadığımız bu günlük, romanın kurgusu içinde elimizde kalan eğreti yapraklardan biri oluyor sadece.

Ve hepsi bir yana, en üzücüsü, daha önceki romanını okuyanlar daha iyi anlayacaklardır; edebi pırıltısını kaybetmiş Asvani... Tutan, çok satan bir kurgusal formülün gölgesinde kalmaktan, onun daha zayıf ve kötü bir kopyasını yaratmaktan öteye gidememiş, kendi tuzağına düşmüş. Düştüğü diğer bir tuzak ise kültürel kimlik dediğimiz son derece karmaşık, çapraşık bir kavramı sadece Arap, Amerikalı, zenci, tesettürlü kadın, doğulu, batılı gibi kaba taslak, yalnızca göze görünen özelliklerle açıklamaya çalışmak olmuş.

Aynı türün bir iyi, bir de kötü örneğini okuyup, karşılaştırmalı bir edebi inceleme yapmak isteyenler için Yakupyan Apartmanı ve Chicago bulunmaz bir nimet gibi. Bunun ötesinde bir şeyler arayan okurlar ise Chicago’dan eli boş dönecekler, benden söylemesi... 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.