Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Romanın hazırlanışı I: Roman yazmak, yazmamak ya da yazacakmış gibi yapmak...

Diğerleri gibi, bir uygarlığın yazgısı olarak romandan söz etmez Roland Barthes. “Piyasa için üretimden doğmuş bireyci toplumdaki gündelik yaşamın yazınsal düzleme aktarılması olarak roman”ı kabul etmez...  Romanın “bir değerler evreni ile ekonomi kurallarıyla belirlenmiş bir toplumsal sistemi karşı karşıya getirme” görevini üstlenmesine ve roman kahramanın da gerçek bir öykü ile hakiki bir etik arasındaki aykırılıktan dolayı uyanık ve kör bir kurban olmasına ise itiraz etmez. Ancak günümüzde roman yazılıp yazılamayacağı sorusundan da hiç etkilenmez. Onu ilgilendiren öncelikli olarak, “öbürleri gibi olmayan roman”dır, yani dev roman. Tıpkı Proust’un ‘Kayıp Zamanın İzinde’si, Tolstoy’un ‘Savaş ve Barış’ı gibi...

“Basından bana gönderilen romanlar: Tamam ama buncası arasından neden böyle bir öykü? Bana göre bir yapıtı tanımanın büyük ölçütü (yani yalnızca ve somut olarak onu okumanın büyük ölçütü) şudur: Bir gereklik duygusu yaymalı, bizi ‘Neden böyle? Neden böyle değil?’kuşkuculuğundan kurtarmalıdır. ‘Gereklik’ ne mi? Belki de anlamı çoğaltan şeydir: Yani okumanın sonrasının öncesinden farklı olmasıdır.”

Bir çare olarak roman
‘Okumanın sonrasının öncesinden farklı olması...’ Belki göze çok iddialı gelen bir cümle. Bir okur için çok büyük bir beklenti. Ama elbette Barthes, bu iddiasının altını dolduruyor. Ona göre büyük bir çabayla yazılan romanın, bu büyük çabanın konusu, zaten başlı başına dünyanın kendisidir. Roman bir tür büyük çaredir. “Hiçbir yerde hissedilemeyen duygudur.” Onu içinde yaşadığımız çağın bir sonucu olarak görmek yerine, bir çare olarak romanı görmek, romanı önermek, romandan bunu beklemek... Burada doğal olarak bir aşk edimi ortaya çıkacaktır. Bu klasik anlamda eros aşkı değildir, sevdiklerinden söz etmektir söz konusu olan. Duygusal olmayan bir içini dökme, sevdiklerimizin hakkını onları yazarak verme, kimsenin üzerinde baskı kurmayan bir söylem üretme... Başta da dediğim gibi öbürleri gibi olmayan romandan söz ediyorum, dev romandan, sonrasının öncesinden farklı olmasından...

Romanın ne olabileceğini araştırıyor sonuna kadar Barthes ve bunun için de sanki bir roman yazmak zorundaymış, bir roman yazıyormuş gibi davranıyor ve işe notlarla başlıyor. Bir yapıt meydana getirmek için alınan notlar, bu notların neye göre yazıldığı ve ne tür bir teknikle birleşerek yapıta dönüşmüş olabileceğini sorguluyor. Ama yanlış anlaşılmasın bu sorgulama sırasında yanında olan şey romancıların not defterleri değil, en kısa edebiyat türlerinden biri olan Japon ‘hayku’larının Fransızca çevirileri! Sadece kısa bir biçim olarak ele aldığı haykulardan bazı not etme alanları çıkarıyor Barthes ve oradan daha Batılı biçimlere yönelerek ‘oluşturulmuş tümcenin’ rolünü vurguluyor.
İnsan denen varlığı belirleyen yeteneğin, tümceler bırakabilme yetisi olduğunu söyler Chomsky. Konuşmak ve yazmak bir gereklilik midir, bilinmez ama Barthes da büyük bir kitlenin, eğitim yoluyla ve duyarlıkla, yazın’dan, tümcelerin düzeninden derinlemesine etkilendiğinin altını çizmektedir.

Barthes, yüzeyde biçime odaklanıp teknik olarak yazma edimini, onun bir sonucu olan yapıtı ele alsa da derinde, insanı yazmaya ve okumaya yönelten arzuya, duygusal itkilere odaklanıyor daha çok.  Bir çare olarak romana sarılışımızın sebeplerini kurcalıyor incelikle. Bu tür bir yönelime ihtiyacımız olmadığını söyleyemez hiç kimse...

Sayfalarını karıştırdığım çalışma XX. yüzyılın önde gelen aydınlarından Roland Barthes’ın son derslerini ve verdiği son seminerleri içeren “Romanın Hazırlanışı” adlı çalışmasının birincisi. Çalışmanın ikincisi de Sel Yayınları tarafından Türkçeleştirildi, önümüzdeki haftalarda da bu kitapların sayfalarını karıştırmaya devam edeceğiz.  

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.