Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Tekinsiz eleştiride edebiyat ve endişe...

Yeni bütünlükler yaratma, rastgele beğeniler geliştirme, ileriye doğru hareketi tümden yadsıma ihtiyacı duyan, metne karanlığın yüreğine doğru koşulsuz bir yolculuk vesilesi gözüyle bakan modern yazar ve onun, Edward Said’in deyişiyle, tarihsel ya da filolojik araştırmacılığın geleneklerine, sağduyuya dayalı uzlaşımlarına dayalı olmayan eleştirisi. Yani “tekinsiz eleştiri”.  Edebi dilin gerçek doğasına en derinden nüfuz ettiği an’ın tam da kurduğu mantığın çözüldüğü an’a denk geldiği tekinsiz eleştiriye Türkiye’de en yakın duran isimlerden Nurdan Gürbilek... Onun okumasını yaptığı eserlerle kurduğu ilişkiden biz okurlara yansıyan kuvvetli etki, zihnimizde açtığı hava koridorlarının okuma deneyimimizdeki geleceğini garantileyen duruş belki de Gürbilek’in “tekinsizliği”nden ileri gelmektedir. Ve en önemlisi de kendi anlamına, diline, dengesine, yazınsal yapısına sahip olan bir eleştiri yatağı kurmasından, kurabilmesinden...

Nurdan Gürbilek, Erdal Öz Edebiyat Ödülü’nün bu yılki sahibesi. Ödülün ilk sahibesi, “çağdaş Türk şiirinin günümüzde ulaştığı düzeyi yansıtma niteliği, şiire verdiği emek ve son yıllarda kendi şiirinde yarattığı yenilikler” nedeniyle Gülten Akın, ikinci sahibi “edebiyatımıza kazandırdığı birbirinden önemli romanları, bu romanlarda ortaya koyduğu özgün üslubu nedeniyle” İhsan Oktay Anar’dı, hatırlatmak gerekirse. Bir şair ve bir romancının ardından bu yılki ödülün eleştiriye gelmesi anlamlı; özellikle de en çok eleştirinin “yok”luğu ve “var”lık şekilleri üzerinde kafa yorduğumuz bugünlerde...

Ödül, “Türkiye’de edebiyatın bütününe deneme penceresinden bakan sorgulayıcı bakış açısı ve bu coğrafyanın belirleyici öğelerinden endişe konusuna getirdiği çok boyutlu açılım” nedeniyle veriliyor Nurdan Gürbilek’e. Ödül bu anlamda Gürbilek’in kurduğu eleştiri sistemine olduğu kadar edebiyatımızdaki endişe kavramına da dikkatimizi çekiyor. Nurdan Gürbilek’in 2008 yılında yayımlanan “Kör Ayna, Kayıp Şark”ında yer alan denemelerin ana ekseniydi “endişe”. Doğu-batı sorununa doğan modern Türk edebiyatının huzursuzluklarına, anlatmanın sancıları üzerine yoğunlaşan bu denemelerde Gürbilek, “batılılaşma”, “ulusal kültür”, “kültürel kimlik” gibi kavramlar etrafında dönen sorunların yazarlar için içsel bir endişeye dönüşüm sürecine ışık tutuyordu.

Endişenin sahnesi olabilen, iyi romanlar
Gürbilek’e göre toplumun zaten bütününe yayılan bu endişe yazar için giderek bir “ruhsal işkence”ye dönüşür ve bu işkence, anlatma çabasını derinden etkiler. “Kadın okur, erkek yazar”la, Osmanlı-Türk romanının erken örneklerine damgasını vuran “etkilenme endişesine” odaklanır yazar. Bu dönem romanlarında, aşk romanlarına tutkun olan, okudukça etkilenen ve söz konusu romanların tesiriyle kimi zaman gülünçleşen, kimi zaman da tüm yaşamı altüst olan kadınlar cirit atmaktadır. Gürbilek’e göre bu durumun temelinde, dönemsel olarak kadın okur nüfusunun artması değil, erkek yazarların roman yazarak kadın gibi “edilgenleşme”, “batılılaşma”, “züppeleşme” endişelerini “kadın okur” karakterlerine yansıtmaları yatar. “Kadınsılaşma Endişesi” bütün bunlarla gelir, Türk yazar Batılılaşmaktan korkmakla, batılıların icat ettiği bir edebi türde eser veriyor olmanın çelişkisini yaşamaktadır. Bundandır ki tüm romanlarda efemine züppeler ortalıkta cirit atmaktadır. Gürbilek bu noktada “iyi yazarlar kaygısız olanlardan ya da endişeyi roman başladığında çoktan savuşturmuş olanlardan değil, roman boyunca taşıyabilenlerden, bir başka deyişle romanı endişenin sahnesi sahnesi kılabilenlerden çıktı” tespitini yapar. Ve Halid Ziya’nın “Aşk-ı Memnu”su ile “Mai ve Siyah”ını, Tanpınar’ın “Huzur”unu işaret ederek, bu eserleri endişenin vazgeçilmez bileşeni olan tereddüde roman boyunca katlanabildikleri için, roman türünün “bünyesine uyan” ilk önemli yapıtlar olarak kabul eder. Oğuz Atay’ın, Leyla Erbil’in ve Vüs’at O.Bener’in yapıtlarını da endişeyi metnin esas malzemesine dönüştürebildikleri için ayrıntılı bir biçimde ele alır.   

Endişe, Batı’nın fethedilmeyi bekleyen kadın, Doğu’nun ise onu fethedecek erkek olarak görülmesi, bu fethin hiç gerçekleşmeyeceği anlaşıldıkça da giderek dişilleşen ve nihayetinde ölü bir anneye dönüşen Doğu düşüncesinde giderek keskinleşir Türk edebiyatında.  Hiç büyüyememe, ‘çocuk-adam’lıkta takılıp kalma, çocukluğa hapsedilme endişesi ise hemen yanı sıra gelir. Cinsel bir erillik kaybıyla ifade edilir bütün bunlar çoğu zaman. Yazarların bu endişesi birleşerek koca bir “çocuk ülke edebiyatı” endişesi meydana getirir. Nurdan Gürbilek, modern Türk edebiyatına yön veren basınçları açıklarken, Türk edebiyatının başkalığını göstermeye adamış kuramsal çabanın tehlikelerine de işaret eder, uyarır bizleri. “İşte bu kendini ulusal kendilikten bir türlü ayıramıyor olmasının, yazarın toplumsal seferberlik alanının kısmen dışında görece kuytu bir alan bulamamış olmasının kendisindedir aynı zamanda problem.”

Doğu-Batı ekseninde endişe, toplumumuzun da, onun yarattığı edebiyatın da kuşkusuz temel meselesi, ancak “Kör Ayna, Kayıp Şark”, bu konuyu kendine mesele eden pek çok çalışmadan farklı olarak, ele aldığı yapıtların ekseninden çıkıp kendini yapıtlaştıran, var eden bir eleştiri alanına dönüşüyor. Tıpkı, “Yer Değiştiren Gölge”, “Ev Ödevi” ve “Mağdurun Dili”nde yani diğer Nurdan Gürbilek çalışmalarında olduğu gibi...

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.